Bertolt Brecht’ten Yaşlılık ve Hayatın Son Yıllarına Dair Bir Öykü

21.02.2018
Bertolt Brecht’ten Yaşlılık ve Hayatın Son Yıllarına Dair Bir Öykü

20. yüzyılın en etkili Alman şairi, oyun yazarı ve tiyatro yönetmeni olarak nitelendirilen Bertolt Brecht’in “Utanılacak İhtiyar” öyküsünü sizler için Türkçe’ye çevirdim, iyi okumalar.

•••

Dedem vefat ettiğinde babaannem yetmiş iki yaşındaydı. Bir Baden kasabasında küçük bir taş baskı yeri vardı ve ölümüne kadar iki – üç yardımcıyla çalıştı. Babaannem, hizmetçisi olmadan ev işiyle ve eski evle ilgilendi; kocası, çalışanlar ve çocuklar için yemek yaptı.

Kısa boylu, zayıf, kertenkele gibi canlı gözleri olan ama yavaş konuşan bir kadındı. Çok az parayla, doğurduğu yedi çocuktan beşini büyüttü. Bu nedenle yıllar geçtikçe ufaldı.

Çocuklardan iki kız Amerika’ya gitti, keza iki oğlu da kasabayı terk etti. Bir tek sağlık sorunları olan en küçükleri kasabada kaldı. Matbaacı oldu ve kendine büyük bir aile edindi. Dedem öldüğünde babaannem evde yalnızdı yani.

Çocukları, sanki onda bir sorun varmış gibi birbirlerine o sorun hakkında mektup yazarlardı. Birisi ona yanında yaşamasını teklif etti ve matbaacı ailesiyle birlikte onun evine taşınmak istedi. Ama ihtiyar önerileri reddetti ve durumu uygun olan çocuklarından, küçük parasal bir destek istedi. Taş baskı yeri çoktan köhnemişti, satsa hiçbir şey getirmiyordu ve borçları da vardı. Çocuklar ona yapayalnız yaşayamayacağını yazdılar, ama o buna hiç razı olmadı, pes ettiler ve aylık biraz para gönderdiler. Son olarak, matbaacının şüphesiz kasabada kaldığını düşündüler.

Matbaacı, kardeşlerini ara sıra anne hakkında bilgilendirme görevini de üstlenmişti. Matbaacının babama yazdığı mektuplar, babamın bir ziyarette ve babaannemin gömülmesinden sonraki iki sene içinde öğrendikleri, bu iki yılda ne olduğunun bir resmini verir bana.

Öyle görünüyor ki matbaacı, babaannemin, onu oldukça büyük ve şimdi boş duran eve almayı reddetmesini başından beri hayal kırıklığıyla karşılamış; o da dört çocukla üç odalı bir evde yaşamış. Ama yine de ihtiyar onunla kopuk bir ilişki sürdürmüştü. Çocuklarını her pazar öğleden sonraları kahveye davet ederdi, aslında hepsi buydu. Oğlunu ise her üç ayda bir veya iki kez ziyaret ederdi ve gelinine meyveli reçel yapmakta yardım ederdi. Genç kadın, ihtiyarın kendi ifadelerinden küçük dairenin aslında ona da dar geldiğini aktardı. Yazarken bunun yanına bir de ünlem koymaktan kaçınmamıştı.

Babamın yaşlı kadının şimdilerde ne yaptığına dair sorduğu soruya çok kısa bir cevap verdi; sinemaya gidiyordu. Her ne olursa olsun bunun çocuklarının gözünde alışılmadık bir şey olduğu anlaşılmalıydı. Sinema otuz yıl önce henüz bugün olduğu gibi değildi. Konu; acınası, kötü havalandırılmış, çoğunlukla eski bowling pistlerine kurulmuş, girişinin önünde göze batan ve üstünde cinayetler ile tutkunun ve hırsın trajedileri gösterilen afişlerin olduğu salonlardı. Aslında yalnızca gençler giderdi ya da karanlıktan dolayı sevişen çiftler. Yaşlı ve yalnız bir kadın orada elbette göze batardı.

Sinemaya gitmenin hesaba katılacak böyle bir yanı daha vardı. Giriş şüphesiz ucuzdu, ama bu zevk şeker yemenin[1] altında görüldüğü için, para israfı anlamına geliyordu. Ve para israf etmek de saygın bir şey değildi.

Babaannemin oğluyla düzenli bir ilişki kurmamasına bir de tanıdıklarından kimseyi ziyaret etmemesi ve davet etmemesi de eklenmişti. Kasabanın kahve partilerine asla gitmezdi. Buna karşılık sık sık bir ayakkabı tamircisinin fakir ve hatta adı biraz kötüye çıkmış, içinde özellikle öğleden sonraları türlü türlü, çok da saygın olmayan varlıkların boş boş oturduğu, işsiz kadın garsonlar ve esnafların bulunduğu bir sokaktaki atölyesine giderdi. Ayakkabı tamircisi, orta yaşlı, tüm dünyayı -hiçbir şey getirmeden (!)- gezmiş bir adamdı. Bu da içtiği anlamına geliyordu. Her ne olursa olsun babaannemle bir ilişkisi olmamalıydı. Matbaacı bir mektubunda, annesinin buna işaret ettiğini ama soğuk bir şekilde ifade ettiğini ima ediyordu. Cevabı “Bir şey gördü.” idi ve konuşma bununla sona ermişti. Babaannemle konuşmak istemediği konular hakkında konuşmak kolay değildi.

Dedemin ölümünden yaklaşık altı ay sonra basımcı babama şimdi babaannemin her iki günde bir konukevinde yediğini yazdı.

Bu nasıl bir haber!

Ömrü boyunca bir düzine insan için yemek yapmış ve her zaman yalnızca kalanı yemiş babaannem şimdi konukevinde yiyordu! Ona ne oluyordu?

Hemen arkasından babam, yakınlara bir iş gezisi ayarladı ve annesini ziyaret etti.

Onunla dışarı çıkmak üzereyken görüşmüştü. Şapkasını çıkarmış, ona bir bardak kırmızı şarapla peksimet ikram etmişti. Ruh hali dengeli görünüyormuş, ne çok neşeli, ne çok suskun. Doğrusu bizi çok uzun uzadıya sormamış, öncelikle çocuklar için kiraz olup olmadığını öğrenmek istiyormuş. Oda tabi ki de tertemizmiş ve sağlıklı görünüyormuş.

Yeni yaşamının göstergesi olan tek şey, babamla mezarlığa gitmek, kocasının kabrini ziyaret etmek istememesiydi. “Yalnız gidebilirsin,” demiş ilgisizce, “on birinci sırada soldan üçüncü. Benim başka bir yere gitmem lazım.”

Matbaacı muhtemelen ayakkabı tamircisinin yanına gittiğini söyledi. Ve şikâyet etmeye başladı. “Ben burada bu delikte benimkilerle oturuyorum ve sadece beş saat çalışıp çok düşük maaş alıyorum, ayrıca astımımım yeniden nüksetti ve ana caddedeki ev boş duruyor.”

Babam konukevinde bir oda tutmuş, en azından formalite icabı da olsa annesi tarafından kalmaya davet edilmeyi beklemiş ama ev doluyken bile otele para harcamasına karşı çıkan annesi bu konuya hiç girmemişti!

Aile hayatını bitirmiş görünüyordu ve şimdi, yaşamının son bulduğu yerde, gidecek yeni yollar arıyordu. İyi bir mizah anlayışına sahip olan babam, onu “çok neşeli” buluyor ve amcama yaşlı kadına ne isterse yapmasına müsaade etmesi gerektiğini söylüyordu. Ama o ne istiyordu ki?

Anlatılan bir sonraki şey de, bir fayton sipariş ettiği ve normal bir perşembe gününde bir gezi yerine gittiğiydi. Bir fayton büyük, bütün aileler için yeri olan yüksek tekerlekli bir at arabasıydı. Birkaç kez biz torunlar ziyarete geldiğimizde dedem faytonu kiralamıştı. Babaannem hep evde kalmıştı. Bunu, birlikte gelmeyi, elinin tersiyle reddetmişti.

Ve faytondan sonra K.’ya yolculuk başladı, büyük bir şehre, trenle yaklaşık iki saat uzaklıkta. Orada bir at yarışı vardı ve babaannem at yarışına gitti. Matbaacı bütünüyle paniklemişti şimdi. Bir doktora danışmak istiyordu. Babam mektubu okurken başını salladı ama doktora götürülmesini reddetti.

K.’ya babaannem yalnız gitmedi. Yarı zihinsel özürlü bir genç kızı yanına aldı, matbaacının yazdığı gibi, ihtiyarın her iki günde bir yemek yediği konukevinin aşçı yamağı.

Bu “özürlü” şimdi önemli bir rol oynuyor.

Babaannemin onu çok ama çok sevdiği görülüyordu. Onu sinemaya ve bu arada sosyal demokrat olarak bilinen ayakkabı tamircisine götürüyordu ve söylentilere göre iki kadın bir bardak kırmızı şarap eşliğinde mutfakta kart oynuyorlardı. “Şimdi o özürlüye üstünde güller olan bir şapka aldı,” yazdı matbaacı çaresizce. “Ve bizim Anna’nın bir komünyon elbisesi[2] yok!”

Amcamın mektupları tamamen isterikleşiyordu, sadece “sevgili annemizin aşağılık gösterisinden” bahsediyordu ve başka hiçbir şey açığa vurmuyordu. Devamını babamdan öğrendim.

Lokantacı ona göz kırparak fısıldamış: “Bayan B. duyulduğu kadarıyla şimdi eğleniyor.”

Gerçekte babaannem son yıllarını da katiyen savurgan geçirmedi. Konukevinde yemediği zamanlar, genellikle yalnızca biraz yumurtalı yemek yerdi, biraz kahve ve hepsinden önce çok sevdiği peksimetini. Bunun için ucuz, her öğün küçük bir bardak içtiği bir kırmızı şarap alırdı. Sadece kullandığı yatak odası ve mutfağı değil, evi de çok temiz tutuyordu. Hâlbuki çocuklarının haberi olmadan bankadan ipotek karşılığı para alıyordu. Ölümünden sonra o parayla ne yaptığı hiç ortaya çıkmadı. Ayakkabıcıya vermiş görünüyor. Ölümünden sonra başka bir şehre taşındı, orada ısmarlama ayakkabılar için büyük bir dükkân açmış olmalı. Kesin olan şu ki, iki hayatı arka arkaya yaşadı. Biri, birincisi, evlat, kadın ve anne olarak ve ikincisi yalnızca Bayan B. ; mecburiyetleri olmayan ve gösterişsiz ama yeterli parayla bekâr bir kişi olarak. İlk hayat yaklaşık altmış yıl sürdü, ikincisi iki yıl bile değil.

Babam öğrendi ki; son altı ay normal insanların hiç tanımadığı belirli özgürlüklere cüret etmişti. Böylece yazın erkenden saat üçte kalkabiliyor ve kasabanın boş sokaklarında yapayalnız dolaşabiliyordu. Ve onu ziyarete gelen papaz yalnızlığındaki bir kadınla arkadaşlık etmek için, yaygın olarak ileri sürüldüğü gibi, sinemaya davet etmişti!

Katiyen yalnız değildi. Görünüşe göre ayakkabı tamircisinde samimi bir şekilde saf komik insanlar sohbet etmişlerdi ve çok anlatıldı: orada her zaman kendi şarabından bir şişe dururmuş ve bundan, başkaları konuşurken ve şehrin değerli otoriteleri hakkında sallarken kendi bardağıyla içermiş. Topluluğa bazen daha sert içkiler getirmesine rağmen bu kırmızı şarap onun için rezerve kalırmış. Bir sonbahar öğleden sonrasında yatak odasında çok ani vefat etmiş ama yatakta değil, pencere kenarında ahşap bir sandalyenin üzerinde. “Özürlüyü” akşama sinemaya davet etmişti yani öldüğünde, kız yanındaymış. Yetmiş dört yaşındaydı.

Çocuklar için yapılmış, onu ölüm döşeğinde gösteren bir fotoğrafını gördüm.

Çok kırışık, dar dudaklı ama geniş ağızlı küçücük bir surat görünüyor. Küçük birçok şey ama küçültücü hiçbir şey. Uzun zaman baskı altında yaşadı ve kısa bir zaman özgürlüğü tattı ve yaşam ekmeğini en küçük kırıntısına kadar yedi bitirdi.

kaynak: https://www.saarland.de/dokumente/thema_bildung/Aufgaben_De_ERS_910.pdf

[1] ç.n. Schleckerei, die: Çoğunlukla Almanya’nın güneyi ve Avusturya’da, “şeker, şekerleme” anlamında kullanılan bu kelime yalanarak tüketilen dondurma, lolipop gibi çeşitleri kapsar ve öykünün yazıldığı dönemlerde bu gibi zevkler hoş görülmez.

[2] ç.n. Komünyon: Hıristiyan Âlemindeki inanışa göre, İsa’nın Son Akşam Yemeğinde ekmek ve şarabı kendi bedeni ve kanı olarak öğrencilerine sunuşunu anmak amacıyla düzenlenen ayin. Kız çocukları bu ayine özel beyaz bir elbise ile katılırlar.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.