Descartes’in İlk Meditasyonları: Doğru Deneyimler

19.04.2019
Descartes’in İlk Meditasyonları: Doğru Deneyimler

“Rüyada mıyız değil miyiz bilebilir miyiz?” sorusu, Descartes 1600’lerde Meditasyolar’ı yazdığından beri felsefi tartışmanın ana unsurlarından olmuştur. Felsefeyle ilk defa ilgilenenler için bu garip bir soru olarak görünebilir. Ama Descartes’in birinin rüya görmediğinin kesinliğinden şüphe duyma muhakemesi gerçekten zorlayıcıdır. Descartes’e göre gerçekliği algılama kabiliyetimiz garanti edilemez çünkü duyularımız bizi yanıltabilir (Descartes, 1980). Böylelikle ilk iki meditasyon boyunca Descartes, emin olduğu tek şeyin “Ben” diye bir varlığın var olduğu sonucuna varır. Ve bu “Ben” in yine de sadece bir zihin olabileceği sonucunu çıkarır (Descartes, 1986).
Descartes, bedenlerimizi algılayışımızın bile zekâmızın bir ürünü olduğuna dair akıl yürütür. Yani, emin hissettiği tek şey düşünmeyi yürüten bir aklın olduğudur. Buradan çıkan iki ayrı soru vardır. İlki, uyanık olduğumu bilebilir miyim? İkincisi, “bir rüyanın içinde” kilitli olmadığım inancımın aslında kendisinin bir rüya olmadığını bilebilir miyim? Bu ikinci soru, bir bilim kurgu filminin konusunu hatırlatır ve insanın algıladığı her şeyin hayali olduğu su tankındaki beyin olma görüntüsünü akla getirir. “Su tankındaki beyin” fikri Putnam’la ortaya çıkar ve Brueckner’e göre ise Matrix filmlerine ilham verir (Brueckner). İşte bu ikinci fikir bu makalenin ana odak noktası olacak – Descartes’in “şeytan savı” (demon argument) ya da “su tankındaki akıl” savı (mind in a vat).
İnsanın sadece su tankında bir beyin olduğu şüpheciliğin bu aşırı biçimi, mutlak kesinlik yoluyla bertaraf etmek için şaşırtıcı derecede zordur. Yine de bunun sonuçları, ilk etapta göründüklerinden daha az etkili olabilir. Duyusal algılarımız bir iblis tarafından kötüye kullanıldığı ya da “su tankında bir beyin” olduğumuz için dış dünyayla ilgili doğru bir algımızın olmadığı düşüncesi, dünyada nasıl yaşadığımız hakkında gerçekçi çıkarımlara sahip olmayabilir. Yine de rüyada olmadığımızı kesinlikle bilebilir miyiz hakkındaki tartışma tamamen soyut ve olağandışı değil. Bunun, sadece rüya görmekten öte daha geniş bir konuya ait olan bir unsuru vardır. Mesela, Skirry’nin açıkladığı gibi, Descartes zanneder ki şeytani bir iblis onu aldatıyor ve bu sanı orada kaldığı müddetçe mutlak kesin bilgiyi elde etme umudu yoktur (Skirry). Ve insan, bir şeytan tarafından aldatılmadığından emin olamazsa o zaman hiçbir şey hakkında mutlak kesin bilgiye sahip olamaz. Ama bu makalede savunacağım üzere, bir şeytanın bize oyun oynaması yüzünden gerçek bilgiden mahrum kalıp kalmadığımız düşüncesiyle uğraşmamız, içinde yaşadığımıza inandığımız dünyadaki meselelere çözüm bulmamıza yardımcı olmaz.
Rüya görüp görmediğimizi bilmeme konusundaki şüpheci hesaplaşmanın iki seviyesi vardır. Birincisi, şu an yaşadıklarımız hakkındaki algımız, uyanık mı yoksa rüyada mı olduğumuza karar vermemize izin vermez. Rüyalar, uyanık haldeki tecrübelerimizle aynı kaliteye sahip olabilir ve rüyamızda uyanık olduğumuzu görebiliriz. Yani böylece uyanık olma tecrübesi rüyada olmadakinden ayırt edilemez. Descartes, bu durumla ilgili şu örneği verir: “Ne kadar sık şu gibi tanıdık olaylardan emin oluyorum -aslında uykuda olup, soyunmuş halde yatağımda uzanırken burada yatak elbisemle ateşin başında oturuyorum!” (Descartes, 1986, p. 13). İnsanın algısal tecrübelerinin uyanıkken ya da rüyadayken birbirinden farklı olmadığını varsayarsak belki de ben de bu makaleyi yazdığımı rüyamda görüyorumdur.
Bu, insanın uyanık olup olmadığı bilgisine sahip olmama olasılığının şüpheci düşüncesi ilk başta göründüğü kadar etkileyici ya da aşırı değildir. İki hal olması fikrini dokunulmamış bırakıyor: rüya ve uyanıklık. Sorun şu ki uyanık olduğumuzu düşündüğümüzde belki de rüya görüyor olabiliriz. Bu sebeple bu tartışmayı bir kenara bırakıp, şüpheciliğin Descartes tarafından keşfedilmiş ikinci seviyesine geçeceğiz.
Rüyada olup olmadığımızı bilebilmekten duyduğumuz şüphenin ikinci nedeni şüpheciliği daha derin bir seviyeye taşır. Rüyada mıyız yoksa uyanık mıyız bilme kabiliyetimizden şüphe etme hesaplaşması Blumenfeld ve Blumenfeld tarafından rüya içinde rüyada olma olasılığı sorunu olarak şu şekilde özetlenir:
tek bildiğim, şu an rüya görüyor olabilirim… Dahası bütün tecrübelerimin rüya olmadığı inancımın kendisi de rüyada tutunulan bir inanç ve böylece belki de hatalıdır. Şu an rüya görüyorsam o zaman geçmişte uyanık olduğuma dair hatırladığım her şey sadece rüyaya ait anılar ve belki de gerçeklikle hiçbir bağlantısı yok (Blumenfeld and Blumenfeld, 1978, pp. 243-244).
Bu ikilemi aydınlatmanın iki yolu var. İlki, Descartes tarafından kurulan, kişinin bir şeytan tarafından aldatıldığı örnekleme. İkincisi bilim kurgu filmlerinin en sevdiği, insanın sadece “su tankında bir beyin” olduğu örnekleme ve bizim yaşadığımızı düşündüğümüz hiçbir şeyin dış gerçeklikle bir bağı yoktur.

İkinci meditasyonda, Descartes, düşündüğü için var olduğuna kendini ikna eder. Böylece hepimizin bildiği “Cogito, ergo sum” ortaya çıkar yani “Düşünüyorum, öyleyse varım” (Descartes, 1986, p. 17). Bu önemlidir çünkü şüpheciliğe bir sınır koyar, çünkü Descartes’in çıkarımı şudur : “şeytani bir iblis tarafından aldatılsam da, aldatılmak için bile var olmam gerekir” (Skirry). Düşündüğüm gerçeği, en azından bir akıl olarak var olduğuma kanıttır ama yine de bu beden olarak da var oluğumu ispatlayamaz. Descartes kendine şu soruyu sorar : “ Bu akıl hakkında mı yoksa kendim hakkında mı konuşuyorum?” (Descartes, 1986, p. 22). Sonra okuyucuya “ hatırlayın, şimdiye kadar içimde bir akıldan başka bir şeyin varlığını kabul etmiyordum” (Descartes, 1986, p. 22). Descartes’in ünlü sözü “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefe kanununun bir parçasıdır çünkü bu Descartes’in şüphecilikte sınırların olduğunu göstermesidir- Düşünüyorum öyleyse ben bir akılım. Yine de düşünür olduğumun bilgisi kendi içinde, sadece bir zihin olduğum ihtimalini ortadan kaldırmaz yani mesela benim, birinin uyanık olmak diğerinin rüya görüyor olmak olduğu iki varoluş durumunun olduğunu sandığım bir rüyanın içindeki bir rüyada kilitli kalmış olmamı da.
Makalenin başında demiştim ki felsefeyle ilk defa meşgul olanlara “rüya görmediğimizi bilebilir miyiz?” sorusu biraz garip gelebilir. Bu Blumenfeld ve Blumenfeld’in makalesinde, “şüpheciliğe karşı ani verilen bir yargı şudur ki o, sadece bilginin inanılmaz ölçüde güçlü bir tanımını sahiplenerek bilgiyi elde edemeyiz” dediklerinde görülmüştür (Blumenfeld and Blumenfeld, 1978, p. 249). Sezgisel olarak “Ben” in (bu durumda ben her ne isem) sadece “su tankında bir zihin” olması inanılmazdır. Bu yüzden “Rüya görmediğimizi bilebilir miyiz?” sorusu garip görünür. Rüya görmediğimizi bilmek mümkün olmayabilir. Yine de bu daha inanılmaz bir hipotez kurulmasını gerektirir. Diğer bir deyişle sadece inanılmaz görünen bir şeye başvurarak “rüya görmediğimizi bilebilir miyiz?” sorusu sorulabilir.
Ama bu koşullarda, Descartes’in ve şüphecilerin savını göz ardı etmek oldukça zayıftır. Şeytan savını inanılmaz olduğu gerekçesiyle gözden çıkarmak onu yanlış yapmaz. Bu sadece bir ihtimal savıdır. Rüya görmediğim daha muhtemeldir ve bir dış dünyayı tecrübe ediyorum savı felsefik olarak bu savı çürütmek için yeteri kadar mantıklı değildir. Daha tatmin edici bir felsefik açıklama üretmek gerekir. Blumenfeld ve Blumenfeld deneysel iddiaları ihtimal temelinde doğrulamak mümkün değildir görüşünü savunur ( Blumenfeld and Blumenfeld, 1978). Bu yüzden bir dış dünyanın varlığını savunmak ve şeytan senaryosunu devre dışı bırakmak için bir dış dünya hipotezi, bir şeytanın oluşturduğu dünya hipotezinden bilgi felsefesi açısından üstün olmalıdır (Blumenfeld and Blumenfeld, 1978). Yine de Blumenfeld ve Blumenfeld bir dış dünya hipotezinin bilgi felsefesi açısından üstün olduğu hususunda ikna olmuş değildir. Onların savı şöyledir:
Kimileri, bir dış dünya hipotezinin üstün basitliği temel alınarak tartışılabildiğini düşünebilir. Ancak hangi yönden dış dünya hipotezinin şeytan hipotezinden daha basit olduğunu anlamak zordur.
İkincisi, şeytanın (bir ruhun) anlamı ve duyu deneyimleri üretme güdüsü ile varlığına, bu deneyimlerin üretildiği bir akla ve bu duyu deneyimlerinin kendisine bağlıdır. Dış dünya hipotezi yukarıdakilerin hepsine bağlıdır, iblisin varlığı hariç. Ama aynı zamanda duyu deneyimi üretme yeteneğine sahip bir fiziksel dünyaya bağlıdır. Yani dış dünya hipotezinin nasıl daha basit olduğunu anlamak zordur (Blumenfeld and Blumenfeld, 1978, p. 250).
Bu yüzden “ben” in, “su tankında bir zihin” olduğu ve dış dünyayla alakalı bütün deneyimlerimin duyusal algımın bir aldatmasına dayandığı fikrini reddetmek şaşırtıcı şekilde zordur.

Yine de, bunun çıkarımları ilk etapta göründüğü kadar etkili değildir. Öncelikle, dış dünyaya ait bütün deneyimlerimizin illüzyona dayandığı çıkarımları yalnızca bu illüzyon bozulursa vücut bulur. Eğer benim için duyusal deneyimler ortaya çıkaran bir iblis varsa ya da ben gerçekten “su tankında bir beyin” isem, bunun sonucu yalnızca ben, “gerçek” varlığımın, illüzyonun ve aldatmacanın farkına vardığımda meydana gelir. İkinci olarak, uyanık olduklarımız ve rüyada olduklarımız dâhil bütün geçmiş deneyimlerimizin bir rüyanın parçası olduğunun farkına varmadığımız sürece bu dünyanın ikilemleriyle şimdi yapabildiğimizden daha iyi baş edemeyiz. Bu teorinin faydalı çıkarımlarını görmek zordur, ya da daha özeli ve daha önemlisi bize nasıl faydalı olacaklarını. Mesela Suriyeli bir mülteciye “endişelenme, Suriye’ye geri dön çünkü savaş gerçek değil. Biz aslında milyonlarca mil uzakta, başka bir gezegendeki ‘su tankındaki beyinleriz’” demek hiç işe yaramayacaktır. Kulağa alaycı gibi gelebilirim ama bu ciddi bir noktadır. “Rüya görmediğini bilebilir misin?” geçerli bir soru olabilir – “su tankında bir beyin” olmadığımızı kanıtlamak şaşırtıcı derecede zor olabilir. Yine de kendimizi meşgul etmek için çok da faydalı bir soru değildir.
Sonuç olarak, duyusal deneyimlerimizin kötü niyetli bir iblisin kandırmacası olmadığını göstermeye çalışmak kısır bir çabadır. Tatmin eder şekilde bu fikri çürütmeye çalışmak şunu fark etmemize engel oluyor: bunun sonuçları, eğer “gerçek” dünyada sadece “su tankındaki zihin” olduğumuzu fark edersek önem taşır. Bu arada, Suriye mülteci sorunu gibi düşüncemizi gerektiren önemli meseleler var. Şüpheciliğin ilgilendiği çeşit sorular böyle önemli meseleleri çözmemize yardımcı olmaz. Ama bize, bu “önemli” meselelerin var olup olmadığını sorgulatırlar. Descartes’in hipotezi, bize Suriye mülteci krizinin gerçek olmama ve bir iblisin aldatmacasının parçası olma ihtimalini düşündürür. Yine de bu düşünme tarzı önemli olduğunu düşündüğümüz şeylere nasıl karşılık vereceğimiz konusunda bize yardımcı olmaz.
Essays, UK. (November 2013). Descartes First Meditations: Veridical Experiences”. Retrieved from https://www.ukessays.com/services/example-essays/philosophy-example-essays/descartes-first-meditations-veridical-experiences.php?vref=1
Çeviri: Begüm Duman

ETİKETLER: ,
YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.