İstanbul Ayasofyası’nın Tarihine ve Mimari Özelliklerine Kısa Bir Bakış

30.06.2020
İstanbul Ayasofyası’nın Tarihine ve Mimari Özelliklerine Kısa Bir Bakış

İstanbul’da bulunan Ayasofya, şehrin en eski tarihli mâbedi olma özelliğini taşımaktadır. Yapı, ilk inşa edildiğinde ‘Büyük Kilise’ anlamına gelen ‘Megale Ekklesia’ olarak anılmaktaydı. Ayasofya’nın ilk binası İlkçağ İstanbul’unun merkezî yerinde, birinci tepe üzerinde IV. yüzyılda ahşap çatılı bir bazilika biçiminde yapılmıştır. Genellikle bu yapının I. Constantin’in (324-337) eseri olduğuna inanılsa da yapı ancak oğlu Constaninus (337-361) zamanında bitirilmiş ve 15 Şubat 360’ta açılmıştır (Eyice, 1991:206-207). Ancak bu yapı 404 yılında dönemin patriği İonnes Khyrosostomos’un sürgüne gönderilmesine tepki olarak başlayan ayaklanma sonucu çıkan yangında büyük ölçüde tahrip olmuştur.

Birinci kilisenin tahribinden sonra II. Theodosius’un emriyle bugünkü Ayasofya’nın konumunun bulunduğu yerde ikinci Ayasofya’nın yapımına başlanmıştır. Bu kilisenin yapımı ise 10 Ekim 415’de tamamlanmış olup, mimarlığını ise Rufinos adında bir mimar üstlenmiştir. Yapının batı avlusunda (bugünkü giriş kısmında) 1935 yılında Alman Arkeoloji Enstitüsü’nden A. M. Schneider tarafından yürütülen kazılarda, İkinci Ayasofya’ya ait birçok kalıntı bulunmuştur. Günümüzde, Ayasofya’nın ana girişinin yanında ve bahçesinde sergilenen bu kalıntılar başlıca; sütunlar, sütun başlıkları, lahitler, portik kalıntıları ve bazıları kabartmalarla işlenmiş mermer bloklardır (Angı, 2015:45). Ancak birinci kilise gibi, ikinci inşa edilen kilisenin de ömrü uzun olmamıştır.  İmparator İustinianos ve onun iktidarına karşı baş gösteren 532 tarihli ‘Nika Ayaklanması’nda ikinci kez inşa edilmiş Ayasofya öfkeli halk tarafından yakılarak harap edilmiştir. Bu ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırmayı başaran İustinianos kullanılamaz hale gelen kiliseyi daha büyük ve öncekilerden daha görkemli olarak yaptırmaya karar vermiştir. Üçüncü ve son kilisenin yapımı böylece başlamış, inşaatın başına da Batı Anadolu’dan iki mimar getirilmiştir. Bu mimarlardan biri Trallesli Anthemios, diğeri ise Miletoslu İsidoros’tur. İustinianos inşaatla bizzat ilgilenerek yapıda çalışan 10.000 işçiyi gayretlendirmiş, Ayasofya altı yıl içinde tamamlanarak 27 Aralık 537 günü büyük bir törenle açılmıştır (Eyice,  1991:207). Ayrıca İmparator İustinianos Bizans’ın tüm eyaletlerine haber salarak memleketlerindeki en güzel mimari parçaların başkente gönderilmesini istemiştir. Bunun sonucu olarak da Aspendos, Ephesos, Baalbek başta olmak üzere Anadolu’nun antik şehir kalıntılarının sütunları, mermerleri ve renkli taşları Ayasofya’da kullanılmak üzere İstanbul’a gönderilmiştir (Yücel, 1986:8).

Ayasofya, mimari açıdan bazilika planı ile merkezi planı birleştiren, kubbeli bazilika tipinde bir yapı olup kubbe geçişi ve taşıyıcı sistem özellikleriyle mimarlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir (Dirimtekin, 1966).  Yapının tek tek bölümlerine bakıldığında ilk dikkati çeken günümüzde görünürde neredeyse hiçbir izi kalmamış olan avludur. Avludan ise üzeri çapraz tonozla örtülü dokuz bölümlü bir dış narthekse girilmektedir. Bugün hiçbir mimari süslemesi kalmamış olan dış nartheksten 5 kapı ile iç narthekse girilmektedir. Dış nartheksten daha yüksek ve süslemeli olan bu bölüm eksene atılmış kemerlerle ayrılan dokuz bölüm halindedir. Nartheksin kuzey ucundaki bölüm ise yukarı çıkışı sağlayan rampalara geçiş vermektedir. Nartheksin her bölümünden kapılar ile esas ibadet mekânına girilmektedir. Bunlardan ortada bulunan üç tanesi İmparator kapıları olarak adlandırılır ve sadece İmparatorun girişi için ayrılmıştır. Ayasofya’nın ana ibadet mekânı, iki tarafında dört büyük paye ve bunların aralarına yerleştirilmiş sütunlarla ayrılmış iki yan neften oluşmaktadır. (Erdoğan, 2012:5). İki katlı yapının üst galerileri de muazzam derecede güzel mozaiklerle süslüdür.

Yapının devasa boyutları birçok statik problemi de beraberinde getirmiştir. En büyük problem ise bu denli büyük ve ağır bir kubbeyi yapının üstüne oturtmaktı. Zeminden yüksekliği 55 m. ve çapı yaklaşık 30 m. olan bu devasa kubbeyi desteklemesi için mimarlar doğu-batı doğrultularına iki adet yarım kubbe yerleştirmişlerdir. Burada amaç ana kubbenin yaptığı basıncı yarım kubbelerle karşılayıp zemine kadar indirmekti. Bunun yanında mimarların diğer bir uygulaması da kubbede diğer tuğlalardan daha hafif olan Rodos toprağından yapılma tuğlalar kullanmalarıdır. Ancak bu çözümler de ana kubbeyi taşımaya yetmemiştir. Bunlara ek olarak ise mimarlar, yapının cephelerine payandalar inşa ederek üst örtü sistemini desteklemişlerdir. Gerek Bizans gerekse Türk devrinde duvarlara dışarıdan eklenen büyük destek payandaları yardımıyla Ayasofya bugüne kadar ayakta tutulabilmiştir. Nitekim 557 yılındaki depremin de tesiriyle 7 Mayıs 558’de kubbenin doğu tarafının çökmesi üzerine önceki mimarlardan İsidoros’un yeğeni genç İsidoros tarafından kubbe evvelkinden yirmi kadem (6,25 m.) kadar yükseltilip geçişi pandantiflerle temin edilerek yeniden yapılan kilise bu defa 24 Aralık 562’de ibadete açılmıştır (Eyice, 1991:207). Ancak bu onarım son olmamıştır; 869, 986, Latin işgali sonrası 1317 ve 1354 yıllarında yapı tekrar tekrar tamir edilmiştir. 

1453 yılında Konstantinopolis’in fethi Osmanlı sultanı II. Mehmed komutasında gerçekleştirildikten hemen sonra bir fetih geleneği olarak padişah, şehrin en büyük kilisesini camiye çevirme emri vermiştir.  Bu emirden sonra kilise ilk cuma namazına mimarlar ve ustalar tarafından hızlıca hazırlanmıştır. Bu hazırlıklar kapsamında ibadet mekânına mihrap ve minber eklenmiş, mozaiklerin üzerleri ince bir sıva ile kapatılmış, Latin işgalinden sonra geriye kalan ve Hristiyan âlemi için kutsal sayılan eşyalar dışarı çıkartılmıştır. Ancak kilisenin adı değiştirilmeyerek Ayasofya (Hagia Sophia) olarak bırakılmıştır. İlerleyen zaman içinde bu esere minareler de eklenmiştir. Özellikle Mimar Sinan devrinde yapıya payandalar eklenerek duvarlar sağlamlaştırılmış ve yapının ayakta kalması sağlanmıştır. II. Selim, III. Murat, III. Mehmet, I. Mustafa ve I. İbrahim gibi sultanların türbeleri de Ayasofya’nın haziresine inşa edilmiştir.

YUSUF GÜL


KAYNAKÇA

EYİCE, Semavi. (1991). Ayasofya. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.4, İstanbul: TDV Yayınları.

YÜCEL, Erdem. (1986). Ayasofya Müzesi. İstanbul: ASRİ Basımevi.

ERDOĞAN E. Güzel. (2012).  Bizans Dönemi’nde Ayasofya,  Tarihçesi ve Mimari Özellikleri Hakkında Genel Bilgiler. İstanbul Sosyal Bilimler Dergisi. S.1. İstanbul.

ANGI, O. (2015). Ayasofya’nın Yapımında Kullanılan Doğal Taşlar ve Günümüzdeki Korunmuşluk Durumları. Restorasyon ve Konservasyon Çalışmaları Dergisi. İstanbul: İBB Yayınları.

MANGO, C. (2006). Bizans Mimarisi. (Çev. Mine Kadiroğlu). Ankara: Kişisel Yayınlar.

DİRİMTEKİN, Feridun. (1966).  Ayasofya Kılavuzu. İstanbul: İstanbul Milli Eğitim Basımevi.

KANDEMİR, İsmail. (2004). Ulu Mâbed AYASOFYA. İstanbul: Ekip Matbaa.

ÇETİNKAYA, Haluk. (2015). Ayasofya. Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi. İstanbul: MAS Matbaacılık.

GÖRSEL KAYNAK

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/istanbul/gezilecekyer/ayasofya-muzesi

YAZAR BİLGİSİ
Yusuf Gül
Yusuf GÜL, 1997 yılında Bursa'nın Osmangazi ilçesinde dünyaya gelmiştir. Liseden 2015 yılında mezun olmuştur. Uludağ Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde eğitimine devam etmektedir. İlkokul dönemlerinde keman eğitimi alan Yusuf GÜL, Kültür ve Turizm Bakanlığı Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun 2019 yılında açmış olduğu ‘’Gençlik Korosu’’ sınavlarını kazanarak buraya dâhil olmuştur. Okumayı, yazmayı ve seyahat etmeyi hobilerinin arasında saymaktadır. Araştırmaya ve yazmaya yoğunlaştığı konular ise Restorasyon, Müzeler, Mimariye Bağlı Süsleme, Bizans Mimarisi ve Osmanlı Mimarisidir. Mozaik sanatıyla yakından ilgilidir.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.