MAUVAIS SANG (KÖTÜ KAN) -1986

MAUVAIS SANG (KÖTÜ KAN) -1986

-Esin Nisan YILDIRIM

‘’Ona benimle gelecek misin, diye sordu. Kadınsa ne evet dedi ne de hayır. Bu onların ayrılma şekliydi.’’

Bu cümleyle açılan Mauvais Sang, Fransız yönetmen Leos Carax’ın 1986 yapımı, ikinci uzun metrajlı filmi. Başrollerini Michel Piccoli, Juliette Binoche ve Denis Lavant’ın paylaştığı film bir düşe benziyor. Gerçekliğin farklı boyutları arasında geziniyoruz film boyunca. Bu cümleyi yazının ilerleyen bölümlerinde tartışacağım. Bir örnekle devam etmek istiyorum. Gündüz görülen düşleri bilirsiniz. Bir işin ortasında ya da sonunda bir anlığına gözlerinizi kapatır, bir yerlere dalar gider, ardından gözlerinizi açar ve hayatınıza devam edersiniz. Günlük rutini ve gerçeklik adını verdiğimiz o pürüzlü kelimeyi bıçaklayan bir yanı vardır bu düşlerin. İşte Mauvais Sang da bu göz açıp kapama eyleminin bitmek bilmeyen bir döngüsü gibi. Tüm olaylar hem gerçek hem hayali… Carax sanki bizi tüm algılarımızdan sıyırmaya, tüm bakış açılarımızdan men etmeye ve saf bir şekilde filmin duygusuna odaklamaya çalışıyor. Tüm bildiklerimize ve inandıklarımıza soru işaretleri yapıştırırken, sonunda istediğini elde ediyor: Elimizde filmin konusundan çok, başı sonu belli olmayan duygu parçaları kalıyor. Bölük pörçük ama bir araya gelince sarsan duygular…

Bir sinema söylemi olarak Mauvais Sang

Alex’in, aldığı bir teklifle aniden Paris’ten ayrılması ve kız arkadaşını geride bırakması; ardından gittiği yerde başka bir kadına aşık olması ve bu duygular arası geçişin betimlemesidir film. Dikkat edin betimlemesi diyorum, çünkü anlatılan, aktarılan net bir bilgi yok. Savunulan bir tez yok. Karakterlerin dipsiz ve melankolik sorgulamaları, belirli durumlarda verdikleri tepkiler ve bunun yarattığı yoğun karmaşayla karşı karşıyayız. Bu filmde, sinemanın nasıl bir sanat olması gerektiğini, ya da sinemanın sinema olmasının nedenini dikkatli bakarsak görebiliyoruz. Sinemayı sinema yapan nedir öyleyse? Görüntülerle insanlarda çağrışım yaratabilmek, bir his uyandırabilmek, yani iyi ya da kötü olsun insanların bir şeyler hissetmelerini sağlayabilmek… Sinemadan; edebiyattan beklediği şeyleri bekleyen birçok insan görüyorum. Bu iki terimin birbiriyle gereğinden fazla iç içe geçtiğine tanık oluyorum ve yeri gelmişken açıklamak istiyorum. Edebiyat ve sinema birbirlerinden beslenen disiplinlerdir. Fakat kullandıkları araçların farklı olduğunu hatırlamakta fayda var. Üstü kapalı bir tabirle edebiyat kelimeyi, sinema görüntüyü kullanır. Edebiyat, kelimelerin art arda dizilmesinden kaynaklı, zihinde bir görüntü oluşturarak sinemadan bir şeyler aşırabilir;  sinemaysa felsefi sorgulamalar içeren replikleriyle edebiyata göz kırpabilir. İki sanat formu birbirine katkı sağlayabilir ve böylelikle güçlenebilirler. Ama günün sonunda ikisinin kullandığı araçlar kendilerine özgüdür. Bu yüzden sinema bize sözlü olarak bir şeyler ‘’anlatmayı’’ amaçlayabilir ama buna zorunlu değildir. Anlatmadığı, anlatmamayı tercih ettiği, araç olarak kelimeleri kullanmadığı şeyleri bize ‘’göstermeye’’ zorunludur. Tüm bunlardan yola çıkarak, yukarıdaki tezime göre eğer bir film bana bir şey ‘’anlatmadan’’ ‘’iddiada bulunmadan’’, gösterdikleriyle ve yarattığı atmosferle bu kadar güzel şeyler hissettirebiliyorsa, onu gerçek bir sinema eseri kategorisine sokmamam için hiçbir neden olamaz. Zaman zaman diyaloglar arası boşluğuyla, kelimesizliğiyle, sağır edici sessizliğiyle kült bir film kategorisine giren Mauvais Sang da estetik olarak yukarıda bahsettiğimi deneyimleyebileceğiniz eşsiz bir fırsat.

Konuyla ilgili verilmesi gereken bir diğer bilgi ise filmin aşık olmadan cinsel ilişkiye giren insanların virüse yakalandıkları bir dünyada geçiyor olması. Bu kaotik dünyanın izleyicinin bilincinde uyandırdığı hisler, zaman, mekan, diyaloglar ve belli başlı sahneler zihinde silinmez izler bırakıyor. Örneğin Alex’in trajik bir biçimde Paris’i terk ederken geride bıraktığı sevgilisi Lise’e söyledikleri tüyleri diken diken edebilen bir güce sahip:

‘’Küçük Lise’m, artık uzaklara gidiyorum. Önce sahile gideceğim, sonra duruma göre bakacağım. Ufacık bir gelişme bütün hayatımı değiştirebiliyor işte. Tek bir bağın kopması, bir anda bütün bağları koparabiliyor. Bir suç gibi, ben de katilim. Suçun işlendiği sahnede silahımı bıraktım ama sen geride bıraktığım izleri temizlemiş olmalısın. Karmaşık dünyanda kendi masumiyetini koruyacağını biliyorum.’’

Film distopik bir konuya sahip olduğu için ister istemez farklı bir boyutta geçiyor izlenimi uyandırabiliyor. Ama sanıyorum ki -daha doğrusu seziyorum ki- Mauvais Sang’ın yarattığı ‘’farklı bir boyutta geçen film’’ izleniminin konunun oluşuyla hiçbir ilgisi yok. Filmin kendi kanıyla, kokusuyla, şiirselliğiyle ilgisi var. Görüntü ve ses arasındaki uyumsuzluklar, Carax’ın yaratmaya çalıştığı tezatın  ve algı boyutları -ya da algı kapıları mı desem?- arası geçişin sadece başlangıcı. Yakın plan çekimleri, olayların genelinden çok ayrıntılarına dalmamız için düzenlenmiş izlenimi veriyor. Kamera sanki bilerek sadece bir ayrıntıya odaklandırılıyor, onu kurcalıyor, onu sorguluyor ve bir anlam yaratmaya çabalıyor. Görüntülerin bu çarpık ahengi, birçok şeyin kelimelere sığdırılamayacağını kanıtlamak ister gibi. Ve bunu kanıtlarken iki insan arasındaki, adı konulamayan, tutkulu ve tüketici hislerin anlaşılamayan doğasına en net açıklamayı bir replikle getiriyor:

‘’Bizi birbirimize iki suç ortağı gibi bağlayan şey aslında tam bir muamma. ‘’

e.nisanyildirim@gmail.com

 

 

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.