Mabed;İslam Mimarisi Üzerine

Mabed;İslam Mimarisi Üzerine

         Tüm semavi dinlerde merkez şuuru, mabed anlamında büyük ehemmiyet arz etmektedir. Kendi merkezini teşkil eden noktadan manevi bir misyon gereği ötelere uzanmaya çabalayan ve bunun için bir merkezin abideleşen mabedini ve o mabedin benzerlerini imar eden inanan insan, imar ettiği mabede biçtiği hakikat payı ile o mimari yapıyı (mabedi) uhrevi bir iklimin beşiği bilmiş ve toplumsal bir çerçevede manayı, bir merkez şuuru ile betimlemiştir. Her semavi dinin mabed unsuru farklılıklar taşısa da bazı kaideler değişmez bir bütün olarak mimari unsurda yer almaktadır. Örnek olarak kubbe, sütun (paye, fil ayağı…) kapı vb. donanımlar semavi dinlerin içindeki tradisyonunun akışını sürdürmekte ve bulundukları mabedin manasına göre teşekkül eden sembolik duruşlarıyla, mimari konjonktürde mühim elemanlar arasında her daim yer almaktadır.

         İslam dininin içindeki mabed mefhumunu irdelemeden önce, İslam dininin kıblesi olan ve merkezi bir kudsiyetin belki de en güzel misalini idrak açısından bizlere sunan kabe’den[1] bahsetmek yararlı olacaktır. Kâbe, müslümanlarıın kıblesi olmakla birlikte, aslında semavi dinlerin atası olarak bilinen İbrahim Peygamberin eşi Hacer’in medfun bulunduğu yerdir.[2] Bu noktada, tarihsel süreç içerisinde “merkez” vasfını taşıdığını bildiğimiz Kâbe’nin iç tezyinatı son derece sadedir.[3]

İslam dinindeki mabed mefhumu ise “cami” olarak adlandırılmaktadır. Arapça “cem (toplanma, birlikte olmak)” kelimesinden türeyen camii prototipini ilk olarak peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında, kuba’daki ufak mescidde bulmuş bu ilk mescidden 6 ay sonra Medine’de Mescid-i Nebevi[4] (peygamber mescidi) inşa edilmiştir. Cami’den ziyade ilk prototip olarak karşımıza çıkan mescidler hakkında Oleg Grabar şöyle söylemektedir;

 

“Bunların başında cami olarak bilinen yapı ve kurum (mescit/) gelir. Arapçada “kişinin [Allahın önünde] secdeye geldiği yer” anlamına gelen mescid (çoğulu mesacid) sözcüğünün tarihi oldukça ilginç. Terim Kuran’da sık sık kullanılmakla birlikte, Müslümanlara özgü bir yapı türünü nitelediğini düşündürecek herhangi bir ifade yok. Kuran’ın ünlü bölümlerinden birinde (9.17-18) şöyle der: “Allah’a secde edilen yerleri [mesacid-i Allah] ancak ve ancak Allah’a, ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlar imar ederler”(Grabar 1998:106-107).[5]

 

İslam mimarisindeki mabed anlayışı, İslam dininin ibadet şekliyle ilişkilidir. Belli bir nizama ve kendi içerisinde bir dinamizme sahip olan namaz ibadetinde, yön kıbleye dönük olmalıdır. İnşa edilen ibadethanelerde mihrap kısmı büyük önem taşımaktadır. Tezyinat ve konum itibariyle önemli bir yere sahip olan mihrapta ekseriyetle Kur’an-ı Kerimden; “Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyyal Mihrabe” (Zekeriyya Meryem’in bulunduğu mihrâba her girdiğinde, (Al-i İmran, 3/37))  ayeti yazmaktadır. Bu noktada, bu ayrıntı mimarideki her aracın kadim bir anlayışın ürünü olduğunu ve dinler tarihi tradisyonundan ibareler taşıdığını ispatlamaktadır. Keza yine mabedde kubbe ve kubbeden sütuna geçişi sağlayan elemanlar, tıpkı hristiyan mimarisindeki[6] gibi İslam sanatında da, göksel olan ile bulunulan konumun (yeryüzünün) bağıntısının (manevi diyalogunun) göstergesidir.

İslam sanatının erken devirlerinin ürünü olan verilerin ne yazık ki büyük ölçüde yok olması, sonraki dönemlerde gittikçe gelişim gösteren İslam mimarisinin, zannımızca heterojen bir yapıda olmasına yol açmıştır. Medeniyetten medeniyete göre farklılık gösterebilen İslam mimarisi, asli unsurlarını yitirmese dahi farklı kompozisyonlarla karşımıza çıkmıştır. (Erken Osmanlı dönemi, zaviyeli plan tipine sahip olan camiiler gibi.)  İslam Sanatındaki kronolojik gelişimini Emeviler ile başlatan Robert Hillenbrand, mühim bir kaynak olan “İslam Sanatı ve Mimarlığı” adlı eserinin giriş kısmında bu hususu şöyle açıklamıştır;

 İslam sanatının ilk yüzyıllarının daha detaylı bir şekilde ele alınması, bu dönem sanatının sonraki dönemler üzerine olan etkisi nedeniyle kaçınılmazdır. Fakat erken dönem sanatı örneklerinin önemli bir kısmı yok olmuştur; kalanları gerek kendi ve gerekse

sonraki dönemlerin bağlamında hakkınca incelemek, bunlar üzerine yakın ve detaylı bir şekilde odaklanılmasını gerektirir. Bu, daha fazla sayıda örneği mevcut olan daha geç dönemler sanatı için aynı derecede geçerli değildir. Farklı dönemlere verilen ağırlığın bir dereceye kadar dengesiz olması bu sebeplerle kaçınılmazdır” (Hillenbrand 2005:9)[7]

            Tarihsel süreçte, İslam coğrafyalarında bulunan türbeler ve özellikle İslam tasavvufunun etkisiyle Anadolu’da kendisini gösteren dergâh ve zaviyeler ile Selçuklu’nun mayaladığı, Osmanlı’nın ise kemale erdirdiği bazı mühim nitelikler göz ardı edilmemelidir. Çokgen türbeler, çeşitlilik gösteren kubbeler ve Anadolu’da mimari olanağının ihtiva ettiği nispette muhakkak bir ritüel (semahane, zikirhane) alanı bulunduran dergâhlar İslam mimarisinin unsurlarını teşkil etmektedir. İslam mimarisini kaba satıhta ele aldığımız bu yazımızda, İslam dini peygamberi Hz. Muhammed’in; “Benim için yeryüzü temiz ve mescid kılındı. Kime namaz vakti gelirse, bulunduğu yerde namazını kılar.” [8] sözü, belki de insanın tabiat, şekil ve mana arasındaki bağlantısının ve derin bir fikir nihayetinde varılacak olan tabiattaki uhrevi nizamın, mistik çerçevesini idraklarımıza bahşeder gibidir. Binaenaleyh Osmanlı’nın ünlü mutasavvıflarından olan Şemseddin Sivasi’nin şu beytleri de, mistisizmin uçsuzluğu ile mekân ötesi mekânı ve İslam mimarisinin içindeki metafizik duyuşları harmanlar gibidir;

 

Sür çıkar ağyarı dilden tâ tecelli ede Hak,
Pâdişah konmaz seraya hâne ma’mur olmadan.

Hak cemâlin Kâbesini kıldı âşıklar tavaf,
Yerde kâbe gökyüzünde Beyt-i Ma’mur olmadan.[9]

 

DİPNOTLAR

[1] Kabe sözlükte; “küp” anlamına gelmektedir.

[2] “Bir zamanlar Kâbe’nin yerini İbrahim’e şu şekilde hazırlamıştık: Sakın bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada (kıyama) duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için evim tertemiz et.” (Hac Suresi 26)

[3] “İçi dört köşe bir oda görünümünde olan Kâbe’nin Rüknü’l-Irâki köşesinde dama çı­kılan merdiven ve önünde “tövbe kapısı” denilen bir kapı yer alır. Taban mermer döşeli, duvarlar 2 m. yüksekliğe kadar mermer kaplamalıdır. Yapılan onarım ve yeniden inşalarla ilgili olarak batı duvarı­na beş, doğu ve kuzey duvarlarına birer kitabe yerleştirilmiştir. Tabanın ortasında, Abdullah b. Zübeyr zamanından kalma güney-kuzey yönünde dizilmiş üç ağaç direk ve bunlardan kapının karşısındakinin önünde batı du­varına doğru Hz. Peygamber’in namaz kıldığı yer bulunmaktadır; burası secca­de şeklinde bir mermerle belirtilmiştir. Tavan ve duvarlar, yukarıdan mermer kaplamalara kadar inen çepeçevre kır­mızı atlastan yapılmış bir perde ile örtülü­dür. Tavan ile dam arasında 1,33 m. yük­sekliğinde bir açıklık vardır.” (Sadettin Ünal, “Kâbe”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 24, s: 15)

[4] İslam dünyasının ilk camii olarak Medine’deki Mescid-i Nebevî kabul edilir. Burada Hz. Peygamber’in kalması için bir mesken yapılırken ilk önemli caminin de temeli atılmıştır. Etrafı 3 arşın derinliğinde taş temeller üzerinde bir adam boyu kadar yükseklikteki kerpiç duvarların sınırladığı bir avlunun bir kenarı boyunca, içinde Hz. Peygamber ve ailesinin barınacağı odalar sıralanmıştı. Kudüs yönündeki kuzey duvarın iç tarafına ise ibadet edenleri güneşten korumak üzere hurma ağacından direklere oturan ve hurma dallarından ibaret basit bir çardak kurulmuştu. Kıble 624’te Kudüs’ten Mekke’ye çevrildikten sonra avlunun güney duvarı önüne de yeni bir çardak yapılmıştır. (Eyice Semavi, “Cami”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c: 7, s: 58)

[5] Grabar, Oleg (1998). İslam Sanatının Oluşumu. Çev. N. Yavuz. İstanbul: YKY

[6] Hristiyan mimarisinde, kubbeden sütuna geçiş elemanlarında ekseriyetle seraphim ve kerubim melekleri bulunmaktadır.

[7] Hillenbrand, Robert (2005). İslam Sanatı ve Mimarlığı. Çev. Ç. Kafescioğlu. İstanbul: Homer Kitabevi.

[8] Müslim, Mesâcid 3, hadis no: 521; Buhârî, Salât 56, hadis no: 84.

[9] Hakk’ın bir kalbe tecellî etmesi için o kalbden kibir, riyâ, hased, kîn, gadab, hubb-i dünyâ gibi kötü sıfatları çıkarmak gerekir…Nasıl ki yüksek makâm sâhibi kişiler kirli, yıkık,dökük yerlere gitmezlerse Cenâb-ı Hakk da mezmûm sıfatlarla dolu bir kalbe tecellî etmez… Âşıklar, yerdeki Ka`be’den de gökdeki “Beytü’l-Ma’mûr”dan da önce Hakk’ın cemâlini tavâf ederler…Ka`be de Beytü’l-Ma’mûr da sonradan halkolunmuşdur halbuki Allah ezelîdir ve ebedîdir.

 

 

ETİKETLER: , ,
YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.