Sanatın Camus’ü, Jung’u ve Nicesi

18.01.2020
Sanatın Camus’ü, Jung’u ve Nicesi

Varoluşçuluk, ontoloji, varlıkbilim ve daha tonla farklı isimlendirmeye sahip 20. Yüzyılın en “popüler”  felsefesi filozofların ilgi alanından çok daha büyük bir alana sahipti. Kökenlerine baktığımız zaman bu felsefeyi antikiteye kadar götürmemiz mümkün fakat bu felsefenin isminin koyulduğu ve tam anlamıyla uğraşıldığı dönem 19-20. Yüzyıllar olduğu için bu dönemde başladığını söylemek yanlış sayılmaz. Az önce söylediğim gibi sadece filozofların değil birçok kesimin kafasını meşgul etmiştir bu düşünce sistemi, daha doğrusu tam olarak bunu istemiştir. Tabir yerindeyse düşünen insanın artık Platon’un mağarasından çıkma vakti çoktan gelmiş olmalıydı. Bu felsefeyi anlamak için öncelikle oluştuğu dönemi düşünmek gerek herkesin bildiği üzere 20. Yüzyıl tam olarak savaşlar yüzyılı olarak nitelendirilebilir, dünya iki büyük savaşa tanıklık etmiş, insanlık kendi türüne en büyük zulmü uygulamaktan geri durmamış; atom bombalarını kullanmış, soykırımlardan geri durmamış, totaliter ve otoriter rejimleri kullanarak politikaya, dünyaya ve geleceğe yön vermişler ama ne yön! Anlatmak istediğim şey okurken kalbinizin sıkışmasına sebep olan bu yakın geçmişin insanları sadece siyasi, ekonomik ya da biyolojik olarak değiştirmediğidir. İkinci dünya savaşı sonunda elimizde kalan insanlar belki de gelmiş geçmiş en umutsuz insanlardı, bu sosyal krizlere yukarıdan değil de içeriden bakarsak anlayacağız ki bireylerin tek tek kendi içlerinde çözemedikleri ontolojik sorunları nüksetmişti. Savaş yüzyılından önce hızla sanayileşen dünyayı da göz önünde bulundurursak, endüstri ve savaş yorgunu insan ruhsal bir birikime sahipti. İçinde acı, keder, bunalım, korku, dünyaya atılmışlık duygusuyla yaşayan insanın iki seçeneği vardı Camus’a göre, intihar ya da başkaldırı. Başkaldırı sayılabilecek ya da korkuya ya da korkuya karşı gelen eylem “yaratma” idi. Varoluş sorununu ve bu absürdizmi sadece yaratma eylemi çözebilirdi. İkinci Dünya Savaşı öncesi sanatın öncülüğünü yapan Paris’in çabalarının yanında savaş sonrası Amerika’ya özellikle New York’a yerleşen insanların kurduğu öncülüklerle artık yeni gözde sanat merkezi Amerika olmuştu üstelik kendilerine New York Okulu adını vermişlerdi. Gidişatımdan da anlayacağınız üzere varoluşçuluğun sanata özellikle resim sanatı ve plastik sanatlara olan etkisiyle ilgili örneklerle devam edeceğim yazıma.

            İlk olarak Dışavurumcu ve Sürreal sanatçılar insanın iç bunalımlarını yansıttı (Turani). Aslında varoluşçuluk adı altında toplanan herhangi bir sanat topluluğu bulunmamaktadır hepsi farklı yöntemler, nesneler, soyutlamalar kullanarak ruhsal problemlerini gidermeyi amaçlamışlardır. Bu yüzdendir ki en şiddetli ve en sıra dışı örnekler tam olarak bu dönemlerde nüksetmiştir. Oluşturulmak istenen bu yeni “ben” özgürlük çitlerine takılmamalıdır. Dünyaya atılmışlığını haykırmalı bu probleme mantıklı veya pozitivist cevaplardan fazlasını vermelidir.

            Eserleri varoluşsal izlekler taşıyan sanatçılardan en bilineniyle başlamak isterim yani Rodin’den. Herkesin en az bir kere gördüğü popüler kültüründe ürünü haline gelmiş “düşünen adam”  (Görsel.1) heykeli dersek Rodin’i hatırlamanız daha olası. Aslında burada neden düşünen adam heykeli diye durup sorgularsak iki ayrı cevaba ulaşırız birisi belki fazla hümanist fakat düşünen insanın sahip olduğu avantajı anlatmak için yapıldığını söyleyebiliriz fakat varoluş bunun neresinde? Varoluşsal bir analiz yapmak gerekirse düşünme kabiliyetinin insana verdiği ayrıcalıktan ziyade anlatılmak istenen, bu yetinin yarattığı buhran ve bunalımdır.

(Görsel.1)

Rodin’den devam edecek olursak düşünen adama nispeten daha az bilinen eseri “Calais Burjuvaları” bir diğer ontolojik kaygı içeren eseridir. Bu esere baktığınız zaman (Görsel.2) gözümüzle gördüğümüz renkli, kalabalık ve süslü dünyadan uzaklaşarak karanlık, sessiz ve sonsuzluğun kafesi olan bir dünya anlatılmak istenmiş. Boşluk hissinin ruhumuzda yarattığı bu bunalımı her figürün suratında görmek mümkün isyan eder gibi bir halleri var içinde oldukları kafesin farkına varmış fakat elinden bir şey gelmeyen insanı göstermek istemiş burada Rodin. (Görsel.2)

Bir diğer sanatçı ise Sartre’nin de hayran olduğu Giacometti’dir. Onun eserleri ne Rönesans dönemi kadar estetik kaygı güdülerek yapılmış ne de Orta Çağ sanatı kadar süsle bezenmiştir. Onun heykelleri renksiz, ruhsuz daha biçimsiz cinsiyetsiz, ince ve uzundur. Bunu kötülemek için yazmadım tabii ki asıl yapmak istediği bu olduğu için açıkladım. Heykelleri aynı düzlemde birbirinden habersiz hatta dünyadan bile bir haber yaşamakta. Yaşam ile ölüm arasındaki çizginin yokluğunu birkaç figür sayesinde görmek mümkün. Dünyaya atılmışlıkla ne yapacağını bilemeyen insanın halini anlatır bize. (Görsel.3)

(Görsel.3)

            Giacometti sadece heykel yapmakla uğraşmadı hatta işe kardeşi ve annesini çizerek başladı(Görsel.4). Alışılanın aksine çizgileri fazlaca kullanan Giacometti’nin resimleri karalanıyormuş izlenimi bırakıyor fakat amacı ruhunun derinliklerindeki eksiği tamamlamak olan bu adamın son güdeceği kaygı idi estetik. Bu boş oda aslında evren ve kenarda her şeyden habersiz yüzünü bile seçemediğimiz Diego ise bizizdir belki de. İlk baktığımızda seçmekte zorlandığımız nesneler aslında dünyadan değil sanatçının evreninden birer parçadır. Sanat hayatına kübist olarak giren bu sanatçı zamanla daha sürreal çizgide kendine yer edinmiş fakat yansıtmaya çalıştığı felsefe hangi akıma mensup olursa olsun değişmemiş. Dünyaya atılmışlık ve bunun yarattığı absürdizmden bahsettiğimize göre kocaman bir genellemeyle Giacometti’yi varoluşçuların Camus’ü ile benzetebiliriz ikisi de aynı saçmalığı, tekrar eden sonsuz boşluğu ve son kertede dünyaya atılmışlığı, soyutlanmış olanı göstermek istiyor. Bunu anlatırken biri  Meursault’u kullanıyordiğeri de Diego’yu.

(Görsel.4)

            Son olarak bahsetmek istediğim kişi aksiyon resim dendiğinde akla gelen ilk isim olan Pollock’tur. Pollock Bey de birçok akımın mensubu olmuş başlarda nesneleri çizmeyi tercih etmiş fakat sonrasında tam olarak kendinden önceki bütün yöntemleri bir kenara bırakarak –ki bunda New York School’un rolu büyüktür- soyut dışavurumculuğun ya da aksiyon resmin öncülüğünü yapmıştır (Yener). Asıl amaç özneyi tuvale yaklaştırmak onu iç içe sokmak olmuş bu yüzden geleneksel yöntemler ve fırça darbeleri yerine tuvali koca bir odanın tabanına ya da tavanına serme suretiyle sanatını icra etmeye başlamıştır. Gençlik döneminde de “asi” tavırlarıyla bilinen Pollock’un ilk eserleri fazla şiddetlidir. Tuvale baktığınızda anlarsınız ki eline aldığı veya bir kovaya doldurduğu boyayı tuvale büyük bir şiddet ile boca etmektedir (Görsel.5).

 

Bu örnekte anlatmak istediğim aslında Pollock’un resimlerinden çok onun yönteminin varoluşçuluk ile paralel olduğu. İkinci Dünya Savaşı sonrasında buhranlar içinde yaşayan insanın kaçış yolu olan sanatı bu yeni yöntemle özgür bıraktı çitlerin üzerine koca bir boya kovası boca etti çünkü yaratmanın sınırları olmamalıydı. Bu akım dönemin gençleri tarafından fazlasıyla ilgi gördü hatta bazı soyut dışavurumcular bisiklet tekerlerini boyaya daldırıp tuvalin üzerinden geçti bazıları vücutlarına boya sürüp tuvalin üzerinde yuvarlandı bazıları bunu yalnızca elleriyle yaptı (Yener). Güzelin estetiğinden tamamen sıyrılıp kendilerini özgür bırakmaya çalıştılar çünkü biliyorlardı ki Rönesans Dönemi’nde yapılanlar kadar mükemmel ve kusursuz insan vücudunun içi kokuşmuştu. Bu çaresizlik ve umutsuzluk aksiyon resmi doğurdu. Fakat genç Pollock yaş aldıkça içindeki şiddet arzusu zamanla azalmış öncüsü olduğu soyut dışavurumculuğu kendince başka bir şekilde yaşmaya başlamış. Olgunluk döneminde yaptığı resimler daha primitif ve toteme dayalı resimler idi (Görsel.6). Bu açıdan da Carl Jung ile benzerlik kurmaktan çekinmiyorum ki olgun Pollock’un üzerindeki Jung etkisi yadsınamaz. Görseldeki resmi Jung sembolleriyle açıklamak isteyen uzmanlar şöyle ifade etmişler : “Ay kadını temsil ediyor. Pollock, bilinçle bilinçdışının iletişime geçtiği Daireyi Kesen Ay Kadın resminde kadınlarla olan problemini ele almıştır.” (Süreyya. Ö.) (Görsel.6)

Lafı daha çok uzatıp zaten buhran içinde olan okuyucuları sıkmak istemediğim için verdiğim örnekler bu üç mühim sanatçıyla sınırlı fakat ontolojinin sanattaki yansımaları düşündüğümüzden çok daha fazla ve analiz etmesi gerçekten keyifli bu yüzden F. Bacon ve G. Segal’in eserlerini kendinizin incelemesini rica edeceğim sormak istediğiniz veya bulamadığınız herhangi bir kaynakta sormaktan çekinmemenizi diliyorum.

KAYNAKÇA

Adnan Turani, Çağdaş Sanat Felsefesi,Remzi Kitabevi

Sanatın Öyküsü, ErnstGombrich, Remzi Kitabevi

Tuğba Yener, VAROLUSÇU iZLEKLERiN BACON, MALEVICH, POLLOCK VE GIACOMETTI’NiN YAPITLARINDA PLASTiK AÇIDAN iNCELENMESi

JACKSON POLLOCK VE JUNG İLİŞKİSİ, SÜREYYA ÖZTÜRK KAMIŞOĞLU

 

 

ETİKETLER: , ,
YAZAR BİLGİSİ
Polen Biçer
Polen Biçer, 1998 yılında Riyad'da doğdu. İzmir, Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Uluslararası İlişkiler okumasına rağmen bölümü dışında her alanla ilgilenip sanat tarihi yazıları yazmakta, aynı zamanda güzide dergimizde İnsan Kaynakları Departmanı'nda sorumlu.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.