Virgina Woolf: Mrs. Dalloway’de Kadın İmgesi

Vieginia Woolf’un en önemli eserlerinden Mrs. Dalloway’de Kadın İmgesinin Kullanımı

Virgina Woolf: Mrs. Dalloway’de Kadın İmgesi

Bir kadının yaşamında sahip olduğu en yegâne şey aşkı mıdır? Ya da çocukları? Fedakârlığı alnından belli olmasıyla mı ünlenmelidir yoksa hakkında konuşulanlara aldırmamasıyla mı? Ekonomik özgürlüğünü eline aldığında söz hakkı onun mudur veyahut bu durum en başından bu özgürlüğü nasıl elde ettiğiyle ilgili midir? Modernist edebiyatın en önemli kadın temsilcilerinden Virginia Woolf’un 1925 yılında yayımladığı Mrs. Dalloway, yazarın bilinç akışı tekniği ile kaleme aldığı ve bu sorular etrafında İngiliz toplumunu eleştirdiği birkaç romanından biri. Değindiği konulardan bazıları endüstriyel devrim sonrası değişen toplum, I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere, zaman kavramı ve ölüm olsa da bu yazıyı ilgilendiren kısımları evlilik, eğitim, özgürlük gibi kavramlar çerçevesinde kadının toplumdaki imajı.

Kraliçe Victoria’nın 1901 yılındaki ölümünden1 sonra gelen süreçte muhafazakarlıktan moderniteye evrilen İngiltere toplumu bu değişim sürecinde kazandığı hıncını günlük hayattaki kadın ve erkek figüründen çıkarmış gibi görünüyor. Uzun bir periyot boyunca oy verme hakkının yalnızca sosyal statü bakımından yüksekte bulunan erkeklere mahsus olduğu, bununla birlikte kadının kocasının ismini alarak (isim ve soy ismi ile beraber) varlığını kazanabildiği ve diğer yandan yaşanılan savaş sonrası toplumun yaşadığı bunalım gibi etmenlerden yola çıkarak modernizmle yeni buluşmuş bu insanların yaşadığı travmayı elbette ki sakince karşılamaları beklenemezdi. Haliyle böylesine ağır bir dönemde geçen yaşamın herkes için olduğu kadar yukarıda geçen sebeplerle birlikte kadınlar için daha sert ve yorucu olduğu pekala söylenebilir. Tüm bunlarla birlikte kadınların haklarını almalarının yasaklandığı bir toplumdan ziyade, toplum gözünde belirli kalıplara uyması zorunlu kılındığı ve erkek egemen cemiyetin cinsiyetçi yaşam tarzına maruz bırakıldığı göz önünde bulundurulursa Mrs. Dalloway, maddi durumu yerinde olsa da kararlarında özgür olamayan bir grup kadının ve Clarissa Dalloway’in zihnini okuyucuya aktarıyor.

Bakış açılarının sürekli bir karakterden diğerine geçtiği ve noktalama işareti kıtlığı çeken romanda ilişkiler genellikle evlilik bağıyla ilerliyor. Clarissa ile Richard, Lucrezia ile Septimus, Hugh ile Evelyn gibi. Örnek vermek gerekirse, sahip olduğu her şey için büyük bir minnettarlık duyan Clarissa, hayatı sevgiyle kucaklamış bir kadın. Gün içerisinde kocasının ne yediğinden, nereye gittiğinden haberdar olmamasını evlilik içerisinde tarafların özgürlüğünün bir parçası olmasına bağlıyor. Bunun yanı sıra düzenlediği şaşaalı partileri, çiçekleri, hizmetlileri, eşinin tanınırlığı, pek kalabalık sosyal çevresi ve canından çok sevdiği biricik kızı Elizabeth adeta hayatının özeti. Hatta Elizabeth o kadar önemli ki onun için, onu Peter Walsh’a takdim ederken bile ‘’ İşte benim Elizabethim.2 ‘’ cümlesini kuruyor. Doğal olarak Peter’ın ‘’ Neden basitçe Elizabeth değil ?’’ sorusu ve ardından gelen ‘’ Onun cazibesine çok fazla güveniyor, diye düşündü. Bunu abartıyor. ‘’ cümleleri aslında Peter’ın da yaşadığı garipseme haliyle okuyucuyu düşünmeye sevk ediyor. Evet, Clarissa uzun yıllar boyunca görüşmediği umutsuz aşık, tam bir fiyasko olan Peter’a varoluşunu anneliği üzerinden kanıtlama ihtiyacı hissediyor. Ne var ki bu durum çocukluk aşkı Sally’nin daha sonrasında ortaya çıkacak olan aile yaşamıyla tekrar okuyucuya hatırlatılıyor.

Savaş sonrası depresyon ve travma bozukluğu yaşayan Septimus Warren Smith’in, yaşadığı kayıplar yüzünden gitgide kötüleşen durumuyla zor zamanlar geçirdiği için en büyük yardımcısı biricik eşi Lucrezia’dır. Ancak Lucrezia’nın eşine adadığı yaşamı kitabın ilerleyen kısımlarında okuyucuyu ikileme düşürüyor. Lucrezia bencil biri mi? Yoksa kendi istek ve arzuları olan sıradan bir kadın mı?  Eşinin tedavisi için elinden geleni yapmaya çalışırken onun psikozları ve katlanılması zor hâletiruhiyesi altında eziliyor. İstekleri en basit halleriyle bir bebek sahibi olabilmek ve gurbette geçirdiği zamanda ülkesini bir süreliğine ziyaret edebilmek iken sahip olduğu tüm imkanlarla eşine yardımcı olmaya çalışıyor. Bu süreçte Septimus’u elleriyle yakalamak, onu bulunduğu hastalıktan çekip kurtarmak istese de kendisi ‘’bencilce’’ hareket ederken Septimus’u bencil olmakla suçluyor. Eşinin göz göre göre ellerinden kayıp gittiğini, sadece ve sadece olumsuz şeyler hakkında düşündüğünü ve bunun kendi bilinçli seçiminden ileri geldiğini kafasında inşa ederken acı çekişinin nedeniyle boğuluyor fakat ne yazık ki kimseye bu durumu açıklayamıyor.

‘’ But Lucrezia Warren Smith was saying to herself, It’s wicked; why should I suffer? She was asking, as she walked down the broad path. No; I can’t stand it any longer, she was saying, having left Septimus, who wasn’t Septimus any longer, to say hard, cruel, wicked things, to talk to himself, to talk to a dead man, on the seat over there; when the child ran full tilt into her, fell flat, and burst out crying.

That was comforting rather. She stood her upright, dusted her frock, kissed her.

Buf for herself she had done nothing wrong; she had loved Septimus; she had been happy; she had had a beautiful home, and there her sisters lived stil, making hats. Why should she suffer? ‘’

‘’ Ama Lucrezia Warren Smith kendine söylüyordu, acımasızdı; neden acı çekmeliyim? diye soruyordu, geniş patikadan aşağıya yürürken. Hayır; Artık buna daha fazla katlanamam, diyordu, Septimus’u bırakmak, artık Septimus olmayan, söylemesi zor, gaddar, kötü şeyler, onunla konuşmak, ölü bir adamla konuşmak, şuradaki yerin üzerinde; çocuk ona tüm kuvvetiyle koşarken, yüzüstü düştü ve gözyaşlarına boğuldu.

Tersine bu rahatlatıcıydı. Onu ayağa kaldırdı, redingotunun tozunu aldı, öptü.

Ama kendisi için yanlış hiçbir şey yapmamıştı; Septimus’u sevmişti; mutluydu; güzel bir evi vardı, ve kız kardeşleri orada sakince yaşardı, şapkalar yaparak. Neden acı çekmeliydi?3’’

Her iki taraf için de yeterince acılı olan bu durumun tek taraflı bir haklılığı yok. Elinde olmayan sebeplerle ruhsal bozukluk yaşayan Septimus – ki Virginia Woolf’un yaşadıklarının bir tezahürürüdür –  anlamadığı ve çektiği varoluş sancısıyla belki de hepsini önemsiz bulacağı eşinin luzumsuz isteklerine karşılık kendi iç huzurunu doğada bulmaya çalışıyor. Ruhunun ölümü, çektiği acı ve hayal kırıklığı onun iyileşmesi için çaba harcayan Lucrezia’nın zayıflıktan incecik kalmış parmaklarına takamadığı alyansıyla bir arada benliklerinin yitimini kutluyor.

Ciddi, sert bir duruşa ve bulunduğu ortamdaki hiyerarşik düzen bakımından en üst mertebeye sahip; soylu, nüfuzlu, asker kökenli zengin bir ailenin torunu olan Lady Bruton, öğle yemeğine Richard Dalloway’i ve Hugh Whitbread’i davet eder. Bu davetin masaya yatırılan temel konusu Lady Bruton’un Times’a bir mektup yazmak istemesidir. Bu isteğine yardımcı olması amacıyla çağırdığı Richard ve Hugh ondan her ne kadar düşük konumda olsalar bile bu isteği tek başına, kadın olarak yerine getiremeyeceğini ve eğer bunu yapmak için çalışırsa insanların onu yargılayacağını çok iyi bilmektedir. Buluşmalarının başındaki ağırbaşlı, gösterişli, tüm haşmetiyle ve altlarına gösterdiği hitabıyla yere göre sığdırılamayan Lady Bruton, isteğini dile getirdikten sonra tüm o büyük görkemini yitirerek korkak, tedirgin, endişeli ve yardıma muhtaç bir hale bürünüyor. Eğer ailenin erkek bir üyesi olsaydı nüfuzunu kullandığı anda tüm kapılar ona kendiliğinden açılacaktı. Burada Virginia Woolf, sahip olduğu güce rağmen kendinden düşük konumdaki erkeklerin desteğini almak zorunda bırakılan bir kadının durumunun trajikomikliğini gözler önüne sererek hicivli bir bakış açısıyla kaleme alıyor.

Değişime açık olmayan toplumun geçirdiği sancıyla birlikte kitapta kör göze parmak sokar misali aktarılan bir diğer unsur bu sefer kadın-erkek ilişkisinden değil, tüm zıtlıklarla yazılmış iki kadının karşılaştırılması üzerinden gidiyor. Bir yanda tüm lükse sahip, bir işi olmayan, üst sınıfa mensup Clarissa Dalloway ile Elizabeth’in öğretmeni, zorluklarla mücadele etmiş, hayatını kendi kazanan alt-orta sınıfa mensup Ms. Kilman bulunuyor. Ms. Kilman Clarissa’yı züppe, ihtişama düşkün, para harcamayı seven biri olarak düşünürken Clarissa ise onu kızını annelik duygusunu bastırmak için kullanan ve aralarındaki anne-kız ilişkisini yok eden kadının teki olarak anıyor. Bu iki zıt karakterin birbirinden böylesine nefret etmelerini sağlayan en temel unsur elbette ki başta annelik kavramı olsa da bulundukları sosyal statü içerisinde ikisinin de ezilmesi. Clarissa yeniden anne olamayacağının bilincinde. Bir daha çocuk sahibi olamayacağını ona hatırlatan zaman, tekrar yaşayamayacağı güzel anıları buruk bir gülümsemeyle sahiplendiriyor. Gençliğinde yaşadığı kaçamakları özgürlüğünü satın almak için bir kenara fırlattığını sonradan karşısına çıkan ziyaretçilerle tekrar hatırlıyor ancak hiçbir zaman tam olarak özgür olmadığının bilincinde olduğundan kıskançlıklarını, yanlışlarını ve hislerini maskeleyerek hayatına devam ediyor.

Dönemdeki kadın imajını birkaç aile ilişkisi, hastalıklar, tutkular, aşk acıları ve asla sahip olunamayacak olan istekler üzerine inşa eden Virginia Woolf, alışılmadık bir kurgu becerisiyle zamanı davranışların yargılayıcısı olması üzerine kuruyor. Bu durum, temelde iki karakterin (Clarissa ve Septimus) birbirinden habersiz yaşamları bağlamında gerçekleşiyor olsa bile kadının toplumdaki yerini okuyucuya bol yergi ve melankolik bir hava içinde çiçeklerin açtığı, sokakların vızır vızır işlediği, insanların koşuşturduğu ve saatin tik taklarının duyulduğu yaşayan bir şehirden anlatıyor.

Yazar: Berna VİŞNE

KAYNAKÇA

  • ‘’ Victorians’’ BBC – History, 2014 ‘’ http://www.bbc.co.uk/history/british/victorians/’’
  • Woolf, Virginia, ‘’ Mrs. Dalloway ’’ Sis Publishing, 2014, İstanbul, s.51-52
  • Woolf, Virgina, ‘’ Mrs. Dalloway ‘’ Sis Publishing, 2014, İstanbul, s.68-69
YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.