Zooloji 101

16.08.2018
Zooloji 101

Hayvanbilim, genel itibariyle hayvanlar âlemindeki her bir canlının ve bu canlıların yaşayış biçimlerinin araştırıldığı, biyoloji biliminin bir alt dalıdır. Bütün hayvanların tek tek incelenmesinin yanı sıra onları oluşturan yapıtaşlarını moleküllerine kadar incelemek; hayvanların popülâsyonunu, bir bölgeye özgü hayvanların yaşayış biçimlerini, hayvanların birbirleriyle bitkilerle ve bulundukları çevredeki cansız nesnelerle olan ilişkilerini gözlemlemek hayvanbilim alanı kapsamına girer. Bu kadar çok araştırma alanının olması, hayvanbilim dalında araştırma yapan kişilerin seçtikleri uzmanlık alanına yoğunlaşarak aynı daldaki diğer konulardan bir parça uzaklaşmalarına sebep olmaktadır. Son yıllarda canlılar üzerine yapılan güncel araştırmalardaki kavram bütünlüğü bize, canlıların yapısal ve işlevsel anlamda çeşitlilik göstermelerinden ziyade ortada bir birlik olduğunu ortaya koymaktadır.

Zooloji Tarihi

Tarih öncesinde yaşayan insanlar birer avcıydılar ve hayvanlar onlar için hem tehlike arz ediyordu hem de bir besin kaynağıydı. Yaşamlarını bu şekilde sürdürmeleri onların hayvanlarla olan ilişkisini de gözler önüne serer. İnsanlığın kültürel mirası oluşmaya başladıkça birlikte yaşadıkları hayvan dostlarına, oluşan folklor ve felsefi farkındalıklarında yer vermişlerdir. Hayvanların evcilleştirilmeye başlanması, insanların hayvan yaşamı konusunda daha sistemli ve düzgün bir şekilde bilgilenme ihtiyacı hissetmesine sebep olmuştur. Özellikle şehirleşme sonrası hayvansal ürünlere karşı giderek artan ihtiyaç da insanları buna mecbur etmiştir.

Antik Yunan’da hayvan yaşamının araştırılması pek akla yatkın bulunmazdı. Günlerden bir gün bir salgın oldu (salgının nedeninin iblisler olduğuna inanılıyordu) ve Hipokrat salgının nedenini bularak insanlara uzuvlarını kaybedecekleri uyarısında bulundu. İşte bu olaydan sonra hayvan yaşamının araştırılması halk arasında kabul görülmeye başlanmıştır. Hayvanların sistemli bir şekilde incelenmesine, canlılara dair kapsamlı açıklamalar getiren Aristoteles öncülük etmiştir. Yunanlıların gözünde doğa değiştirilemezdir ve belli bir düzene göre işler; Aristoteles’in canlılar üzerine yaptığı açıklamalar da idealleştirilmiş bu düşünce biçimiyle paralellik gösterir.

Roma döneminde yaşamış olan Gaius Plinius 37 ciltten oluşan Historia Naturalis adlı bir bilimsel inceleme yazmıştır. Bu inceleme gök cisimleri, coğrafya, hayvanlar ve bitkiler, metaller ve taşlar üzerine mitler ve gerçeklerin bir derlemesidir. VII. ciltten XI. cilde kadar olan kısımda hayvanbilimle ilgili konular ele alınmıştır. Karada yaşayan hayvanları ele alan VIII. cilt hayvanların en büyüğü fille başlar. Plinius konuya her ne kadar basit bir şekilde değinse de bilim insanı yaklaşımıyla yaptığı çalışması, saygı duyulan kalıcı bir etki bırakmıştır.

Hayvanbilim, Akdeniz bölgesinde yüzlerce yıl Aristocu düşünce biçimiyle incelenmeye devam etmiştir. Ortaçağ Avrupa’sında hayvanlar hakkında her ne kadar nesnel bilgiler edinilmiş olsa da aynı zamanda o dönemdeki folklor, hurafe ve ahlaki sembollere konu olan hayvanlar hakkında da hatırı sayılır derecede yanlış bilgi birikimi olmuştur. Bu yanlış bilgilerin doğruları zamanla ortaya çıkmıştır. Doğabilimciler, Avrupa’daki hayvan yaşamını gözlemledikçe ve gözlemledikleri bulguları antik metinlerde ifade edilen bilgilerle karşılaştırdıkça, eldeki verilere daha eleştirel bir gözle bakmaya başlamışlardır. 15. yüzyılda matbaanın icat edilmesiyle birlikte bilgilerin daha tutarlı bir şekilde aktarılması mümkün olmuştur. Hayatsal olayları mekanik teorilerle açıklayan görüşlerin (başka bir deyişle, sebep ve sonuca bağlı olarak gelişen fiziksel olaylar bu şekilde açıklanıyordu ve artık canlı varlıklar da bu şekilde incelenecekti), hayvanların yapısını incelemek için de kullanılabilecek olması umut vaat eden bir yöntem olarak görülmüştür. Örneğin, William Harvey’nin kan dolaşımını açıkladığı tezinde hidrolik sistemlerin mekaniği önemli bir yer tutar. Tabii, Harvey’nin Aristocu bir görüşü olduğu da unutulmamalıdır. 18. yüzyılda zooloji alanında birçok yeni gelişme yaşanmıştır. Carolus Linneus’un getirdiği sınıflandırma sisteminin yanı sıra Georges-Louis Leclerc de Buffon da doğa tarihi üzerine kapsamlı çalışmalar ortaya koymuştur. Bu gelişmelere, 19. yüzyıl başlarında Georges Cuvier’ın karşılaştırmalı anatomi çalışması eklenmiştir.

Hayvanların kan dolaşımı titizlikle incelenen bir araştırma konusu olmuştur. Sindirim, boşaltım ve solunum gibi fizyolojik işlevler birçok hayvanda gözlenmiş olsa da kan dolaşımı kadar üzerinde durulmamıştır.

17. yüzyılda hücre sözcüğünün ortaya çıkışının ve 18. yüzyıl boyunca bu yapıların mikroskopla gözlenmesinin ardından 1839 yılında Matthias Schleiden ve Theodor Schwann adlı iki Alman, hücrenin, yaşayan canlıların hepsinde ortak olarak görülen bir yapıtaşı olduğunu söylemişlerdir. Yaptıkları bu tanımlama çok zekicedir. Bu sırada kimya alanı da gelişmektedir ve araştırma alanı kaçınılmaz olarak canlı sistemlerini de kapsar hale gelmiştir. 18. yüzyılın yarısına gelindiğinde Fransız fizikçi René Antoine Ferchault de Réaumur, midedeki fermantasyon olayının kimyasal bir süreç olduğunu ispatlamıştır. Bundan bir asır sonra 19. yüzyılda ise Fransız hekim ve fizikçi Claude Bernard, kimya bilgisini ve hücre teorisini birleştirerek organizma iç ortamında dengelerin korunması fikrini ortaya atmıştır, şimdilerde buna homeostazi deniliyor.

Hücre kavramı, embriyoloji gibi biyoloji ile alakalı diğer bilim dallarının oluşmasında etkili olmuştur. Embriyoloji alanında hücre, döllenen yumurtanın yeni bir organizmaya dönüşeceği yolu belirlemesi açısından önemli bir yer tutar. Harvey tarafından epigenez denilen bu olay, Almanya’da eğitim görmüş karşılaştırmalı embriyoloji uzmanı Karl von Baer başta olmak üzere birçok araştırmacı tarafından da açıklanmıştır. (Kar von Baer, memeli bir hayvanın yumurtasını ilk defa yumurtalıkların içerisindeyken gözlemlemiştir.) Almanya’da eğitim görmüş bir diğer embriyoloji uzmanı Christian Heinrich Pander ise 1817 yılında mikrop kavramını yani başlangıçtan beri var olan dokuları embriyolojiye tanıtmıştır.

19. yüzyılın son yıllarında gelişmiş mikroskobi ve hematoksilin gibi anilin boyalarının kullanıldığı daha iyi boyama uygulamaları, hücrenin içyapısı üzerine yapılan çalışmalara hız verilmesini sağlamıştır.

Bu tarihe gelindiğinde Darwin, doğal seleksiyon sonucu türlerde biyolojik değişiklikler olduğunu ileri sürdüğü teorisiyle, insanların doğaya bakış açısını sorgulamalarına sebep olmuştur. Evrim teorisi (organizmaların çevresine uyum sağlayabilmek için sürekli evrimleşmesi), bütün türlerin sıfırdan yaratıldığı görüşünü reddeder ve Linnaeus’un yaptığı tür sınıflandırmasını alt üst eder. Darwin evrimin nasıl işlediğini anlayabilmek için kalıtımın kökenlerinin anlaşılması gerektiğini söylemiştir. O zamanlar Mendel kalıtım değişkenlerini açık ve kesin bir şekilde bulmuşsa da Darwin onun bu çalışmasını hiç duymamıştır, çünkü Mendel’in çalışması 1900 yılında yeniden keşfedilene kadar ortalıktan kaybolmuştur.

Genetik, 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır ve günümüzde biyolojiyle ilgili her alan için bilinmesi zorunlu bir bilim dalıdır. Modern biyolojideki en büyük buluşlardan biri, yaşayan her canlının kalıtım değişkenlerini düzenleyen genin keşfidir. Bunun yanında organizmaların çevreleriyle olan ilişkileri de daha iyi kavranılmaya başlanmıştır. Yapılan çevrebilimsel araştırmalarla beraber üç büyük organizma grubunun birbirine olan bağımlılığının (üretici olan bitkiler; tüketici olan hayvanlar; ayrıştırıcı olan mantarlar ve diğer bakteriler) öğrenilmesinin yanı sıra bu organizmalarla ilgili öğrenilen bilgilerin, insanların çevrelerini kontrol altında tutmaları ve nihayetinde yerkürede hayatta kalma mücadeleleri adına çok önemli olduğu anlaşılmıştır. Çevrebilimle ilgili yapılan bu araştırmaların bir benzeri de hayvan davranışı veya davranış bilimleridir (etoloji). Bu tarz araştırmalar genellikle türdeş alanları kapsarlar; çevrebilim, fizyoloji, genetik, gelişim ve evrim gibi. Bütün bu araştırmaların ortak amacı ise canlıların davranış şekillerini ve neden bu şekilde davrandıklarını anlamaya çalışmaktır. Birçok araştırmacı çıkış noktası olarak bu yaklaşımı benimseye başlamışlardır, çünkü insanlığın kalıtımına (evrimleşen insanın kökenine) dair elle tutulur bilgiye ulaşmak bu şekilde daha kolaydır.

Hayvan biyolojisi alanının ortaya çıkmasının, klasik hayvanbilim üzerinde dikkate değer iki etkisi olmuştur. Birincisi, genel anlamda hayvanbilim bir bilimsel araştırma alanı olarak görülmemeye başlanmıştır. Örneğin bitkileri araştırmaktansa daha çok hayvanlar üzerinde çalışma yapan kişiler kendilerini kalıtım bilimci, çevrebilimci ya da fizyolog olarak adlandırmaya başlamışlardır. Daha çok kendi ilgi alanlarına uyan bir araştırma konusu seçmişlerdir ve onlar için canlılar sadece çalışmalarına fayda sağlıyorlarsa bir araştırma materyali olabilirler. Şu anki eğilim ise genel biyolojik sorunlara doğru yön değiştirmektedir. Dolayısıyla günümüz hayvanbilimi sadece araştırma konusu olarak hayvanları ele alan biyologların yaptığı araştırmaları kapsamaktadır.

İkincisi, canlıları konu alan bilimsel alanlarda kavramsal yaklaşıma ilginin artmasıdır. Bu, 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyıl başlarında yeni kavramların ortaya çıkmasını tetiklemiştir; hücre teorisi, doğal seleksiyon ve evrim, iç çevrenin değişmezliği, bütün yaşayan canlılardaki genetiğin benzerliği, ekosistemler arasında madde ve enerji geçişi. Mikropların, bitkilerin ve hayvanların yaşamları incelenirken artık eski zamanlardan kalma kısıtlı deneycilik yöntemi yerine kuramsal modeller birer kılavuz olarak alınıyor. Molekül üzerine yapılan araştırmalar söz konusu olduğunda bu özellikle doğrudur. Biyolojinin kimyayla birbirini tamamlaması, canlılara ait sistemler incelenirken fen bilimlerine ait yöntemlerin ve sayısal verilerin kullanılmasına olanak verir.

Kaynak:https://www.britannica.com/science/zoology

Çeviren: Alara Ergin

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.