Big Fish ya da Büyük Amerikan Rüyası

Big Fish ya da Büyük Amerikan Rüyası

Big Fish, Tim Burton’un yönettiği 2003 yapımı Amerika menşeili film. Filmin konusunu özetlemek gerekirse; film, ölüm döşeğindeki bir adamın oğluna anlattığı, çoğu zaman fantastik hayallerle dolu hayat hikayelerinden oluşmaktadır. Devlerden renkli sirklere, denizkızlarından korkutucu ormanlara varan bu ilginç hikayeler dizisi süresince izleyici olarak gerçeği hayalden ayırmaya çalışırken, bu hikayeleri anlatan adamın böyle bir ayrımı yapabiliyor olup olmadığını sorgularız. Buradan sonrasını filmi izlemediyseniz okumamanızı öneriyoruz.

Filmin duyguyla yüklü oluşunu, aralarında görsel olarak çok güzel sahneler bulunduruşunu ve genel olarak pürüzsüz bir akış sunduğunu kabul ederek bu filmin anlattığı şeye biraz daha tarih ve toplum sahnesine yedirilmiş bir inceleme sunmayı amaçlıyoruz.

Öncelikle Edward Bloom’un hikayelerinden bahsetmek istiyoruz, aslında sadece onlardan konuşacağız. Edward Bloom tam bir “Amerikan rüyası”: yakışıklı, becerikli, zeki ve her şeyden önce hırslı. Kasabasında en çok bilinen ve sevilen insan; ama bu ona yetmiyor. Deve yaklaşıyor ve diyor ki: “bu kasaba benim için de senin için de çok küçük.” Ve daha büyük hayallerin peşinde yollara koyuluyor. Çünkü Amerikan rüyası her daim ilerleme görüşünü savunur.

Bir sirkte çalışıyor önce; sirkte çalışan herkesin orada çalışmaktan mutlu olduğu bir sirkte. Sirklerin Amerikan kültüründeki ötekileştirme, ucube olanı gösteriye sunma çabası tabii ki şimdiye kadar gördüğümüz renkli sahnelerle göz ardı ediliyor.

Sonra bir kız görüyor, âşık oluyor ve peşinden gidiyor. Kızla bir çift kelime konuşmuş değilken kız da ona aşık oluyor anında, hatta onun için nişanlısından vazgeçiyor. Küçük bir çabalamanın ardından hemen evleniyorlar. Kızı, Sandra’yı üniversite okurken tanımıştık ama evlendikten sonra bunun bir önemi varmış gibi görünmüyor. Çalışma işini ancak Edward yapıyor, kadının yeri, okumuş olsa bile evidir imajı veriliyor. Edward askere gittiğinde evde çamaşır asıp onu bekliyor.

Gelgelelim Edward’ın savaş anılarına… Başka bir kültürü ötekileştirme ve Amerikan rüyasını empoze etme çabası burada da sürüyor. Yapışık ikiz olan kardeşlere Amerika’ya gitmeyi ve (birer köle olarak) sirkte çalışmalarını teklif ediyor. Kızlar da bunu bir ödülmüş gibi görüyor ve hemen kendi milletlerine ihanet edip adama yardım ediyorlar.

Edward geri döndükten sonra Amerikan kapitalizminin en belirgin ürünü olan pazarlamacı olarak işe başlıyor. Aslında kağıt tutmaktan başka bir işe yaradığını görmediğimiz bir aleti satmak için dolaşıyor. Çünkü Amerikan kapitalizminde verimliliğin tek ölçütü para kazanıyor olmaktır. Bir bankada şair arkadaşıyla tanışıyor. Ona bir yatırım önerisi sunduktan sonra adam birden şairliği bırakıp hırslı bir borsacı oluyor ve paraya para demiyor, verimlilik açısından bir şey elde etmediği şairliğini hepten unutmuş görünüyor. Bu borsacı şair Edward’a parasal yardımda bulunuyor ve güzel bir Amerikan evleri olmasını sağlıyor. Kadın yine evde, hatta çocukları olmuş ve başka bir şey yapıyora benzemiyor.

 

Spectre’ye gelince… Spectre’nin, yani ormanın içerisinde girişi ancak kaybolmuşlar tarafından bulunabilen köyün ilk görünüşü modernite öncesi toplumların huzur dolu görüntüsüne benzer. Ayakkabılara ihtiyaç yoktur burada, çünkü gidilecek bir yer yoktur, ilerleyiş yoktur. Kendi içerisinde yaşayan topluluk başka bir yere gitmeye, soyut ya da somut olarak ilerlemeye gerek duymaz. Ancak 19. yüzyılda Avrupa’nın “modernleşememiş” olarak atfettikleri toplumları sömürülmeye sürüklemesi, kolonileştirmesi gibi bu huzur görüntülerinden oluşan toplum da kapitalizm tarafından işgal ediliyor. Evler yıkık bir halde, insanlar mutsuz, neredeyse savaş sonrası bir köy görüntüsünde. Ancak hemen üzülmeyin, günü kurtarmak için kapitalizm tekrar iş başında! Avrupa’nın kolonileri nasıl tamamen kendileri değil de, yine başka Avrupa devletleri tarafından “kurtarıldıysa” Spectre de Edward Bloom ve diğer para babaları tarafından kurtarılıyor. Bu müthiş cömert adamlar tapuda kendi isimleri yazmasına rağmen köyün orada oturmasına izin veriyorlar.

Edward son olarak Jenny’nin evini almak için gidiyor yanına, ama kadın hakkı olarak evi vermek istemediğini söylüyor. Edward vaz geçmiyor, kalıp evini güzel bir hale sokuyor ve sonunda, -bize kalırsa çok da anlamsız olacak şekilde- tapuyu kendi üzerine almış bulunuyor. Kasabada insanlar hala çıplak ayakla dolaşmaya devam ediyorlardı belki ama yumuşak yeşil çimenler artık, yerini beton kaldırıma ve arabaların geçebildiği bir yola bırakıyor. Bu yol oldukça önemli bir simgedir; arabaların girip çıkabildiği, dış dünyayla bağlantısı kurulmuş, ilerleyebilecekleri, isterlerse bu münzevi hayatlarından ayrılabilecekleri bir yol. Spectre’nin son görüntüsü bir kasabadan çok şehirden bir sokağı andırıyor ve artık eskisi gibi gözlerden uzakta ve erişilemez değil, üstelik oranın sahibi artık yerlileri bile değil, büyük para babalarıdır.

Tüm filmi bu noktalara indirgemek elbette zor, ancak en azından bize kalırsa bunlar göz ardı edemeyeceğimiz bir bütünü oluşturuyorlardı. Bunlar hikâye içinde hikayelerdi, gerçekliği sorguya açılmış hayallerdi; ağır bir aksandan da anlaşılacağı üzere bunlar birer “Amerikan hayaliydi”.

 

Kaynakça:

Burton, T. (2003). Big Fish. Columbia Pictures

https://www.imdb.com/title/tt0319061/

YAZAR BİLGİSİ
Sıla Mutaf
Sıla Mutaf, 2000 yılında İzmir'de doğdu. Boğaziçi Üniversite'sinde Psikoloji ve Tarih bölümlerinde okuyor. Yazı yazmak ve seyahat etmek en büyük tutkusu, bir de insan denen varlığı anlamayı başarırsa başı göklere erecektir. MozartCultures'da sanat, edebiyat, tarih, sinema üzerine yazılar yazmak için katıldı.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.