Farklı Bir Tarih Anlayışı: Duyguların Tarihi

17.09.2021
Farklı Bir Tarih Anlayışı: Duyguların Tarihi

Duyguların Tarihi Olur mu?

Duygular, bir insanın olup olabilecek en özel ve kendisine özgü özelliği olarak görülebilir. İnsan, doğası gereği duygulara sahip olan bir varlıktır. İçinde bulunduğumuz çeşitli his durumlarına çeşitli duygu isimleri vererek sürdürdüğümüz insanlığımız kadar içsel bulabiliriz duyguları. Psikoloji bilimi de benzer şekilde ifade eder. Bebekliğimizden itibaren ayırt edebildiğimiz yüz ifadeleri de bunu onaylar. Yılandan herkes korkar ve kötü bir kokudan herkes iğrenir. Belli durumlara verilen duygusal tepkilerin ayırt edilmesi kolay fakat yine de çoğu durumda görecelidir. Sevme şekillerinin farklı olduğu daha kolay kabul edilebilir belki ama korkma şekillerinin, umut etme şekillerinin, kaygılanma şekillerinin de farklı olduğunu düşünmek, bu kadar içsel kabul edilen duyguların tarihsel ve toplumsal aşamalardan geçerek oluştuğunu düşünmemize yol açabilir.

Tarihte Duygulara Yer Var mı?

Duygular insan deneyiminin olduğu her yerde bulunur. Duyguların ele alınma ve tanımlanma biçimleri tarih içerisinde kültürden kültüre göre birçok kez değişiklik göstermiştir. Bilimsel araştırmayla harmanlanıp en objektif şekilde sunulan çalışmalar bile birer insan ürünü olmaları dolayısıyla mutlaka bir duygusallık barındırır. Tarihi duygulardan bağımsız, duyguları da tarihlerinden bağımsız düşünmek pek mümkün değildir. Bu duyguları bulup ortaya çıkarmak; yazılmış her bir metni, çizilmiş her bir resmi insani boyutuyla düşünmemize olanak sağlar.

Duyguların tarihi, şu ana kadar hissettiğimiz bütün duyguların birer tarihi olduğunu savunan ve duyguları iliklerine ayırarak tarihsel yapılarını bulmayı hedefleyen bir araştırma alanıdır. Bugün duyduğumuz aşk ile 17. yüzyıl Almanyası’nda duyulan aşkın aynı olduğu savunulabilir mi? Aşk ile birlikte birçok duygunun da bu şekilde farklı anlamları, farklı gösteriş ve deneyimlenme biçimleri olduğu düşünülebilir.

Örnek vermek gerekirse; “nostalji” kelimesi bugünkü anlamıyla daha çok zamansal bir geçmişe duyulan özlemi dile getirir. Oysa tarihte nostalji kelimesinin anlamı bu şekilde değildir. Nostalji aslında askerlerin savaştayken evlerini özleyerek hastalanmaları sonucunda ortaya çıkan duruma verilen isimdir ve günümüz Türkçesinde “sıla” kelimesinin karşılığı olarak oluşmuştur. Nostalji kelimesi ilk başlarda anlam olarak zamansal değil mekânsal bir özlem içermektedir. Bu tarz etimolojik incelemelerle bir duygunun tarihi araştırılabilir. Ancak bunu yaparken dikkatli olmak gerekebilir. Bugün bahsettiğimiz özlem duygusunun 17. yüzyılda nostalji kelimesi ilk ortaya çıktığında duyulan özlem olmadığının ayrımında olmalıyız.

Duyguları değişmez birer yapı olarak varsaymaktansa toplumdan topluma değişen ve zaman içerisinde farklı şekillere bürünen yapılar olarak ele almak daha faydalı olabilir. Bu eleştirel bakış açısıyla tarihsel araştırmalar daha farklı boyutlar kazanabilir. Tarihte insanların, duygularına olan bakış açısı da kendilerine olan bakış açılarını beraberinde getirmiş ve dünyayı anlamlandırış biçimlerini şekillendirmiştir.

Duygularınla mı Düşünürsün, Mantığınla mı?

Bilimsel bir çalışmanın içinde duyguya yer olmadığı düşüncesi birçok kişi tarafından kabul edilebilir. Ancak “insan üretimi olan her şeyde duygu da bulunur” argümanından yola çıkarak bunun aksini söylemek de mümkündür. Duygu-mantık ikileminin yaratılışının tarihsel yapısına inilirse çoğu bilgide olduğu gibi kökenini Aydınlanma Çağı’nda bulabiliriz. 17. yüzyıla denk gelen Aydınlanma Çağı süresince birçok filozof, bilim adamı yetişmiş ve o ana kadar çoğunlukla kilisenin tekelinde olan bilgi üretimi yerini bilimsel araştırmalar yapan aydınlara bırakmıştır. Buradaki ikililik ilk bakışta bile fark edilecek durumdadır ve gittikçe daha da karşıt hale gelmiştir. Bahsedilen bu karşıtlık din ve bilim arasındadır. Dinsel bilgi yerini mantığa uyan bilimsel ve seküler bilgiye bıraktıkça duygular ile mantık da gittikçe birbirinden ayrılmaya başlamıştır. Duygusal davranmak çoğunlukla kötü, mantıklı davranmak ise iyi anlamlarda kullanılmaya başlanmıştır.

Bu durumda yeni dünyada artık duygulara yer yoktur, mantığın ve bilimin çağıdır bu. Elbette Aydınlanma Çağı, yapılan birçok genelleme gibi temelde Avrupa için geçerli olmuştur. Avrupa’da bilim gelişirken yeni keşfedilen yahut kolonileşmiş yerlerde yaşayanların mantık ve bilimden yoksun olduğu düşüncesi, Avrupalıların oradaki insanlardan kendilerini ayıracak bir diskura, Weber’in “Büyü Bozumu Teorisi”ne (1920) yol açmıştır. Bu teoriye göre Batılı dünya eskisi gibi büyülü, dindar bir yer değildir ve artık mantığın ve bilimin egemen olduğu seküler bir toplum kurulmuştur. Geride kalan geleneksel toplumların yaşadığı coğrafyalar birer “büyülü bahçe” olarak kalmışlardır. Ancak çoğu şeyde olduğu gibi bu da bir modernist yanılsamadır.

Toplumsal ya da Kişisel Olarak “Duygu”

“Duygular bulaşıcıdır,” der Febvre (1973). Burada bir duygunun kişiden kişiye empati yoluyla geçebilmesi gibi aynı zamanda grup içerisinde duyguların öğrenilmesi de ifade edilir. Duygular bir grup içerisinde oluşup ortaklaşa hissedilebilir. Bu, hem toplumsal bir olaya karşı duyulan hisleri hem de kişisel duyguları içerebilir. Mesela Prenses Diana’nın ölümüne karşı duyulan bir üzüntü duygusu olduğunu düşünebilir ve olaya tanıklık etmesek dahi bu olaya karşı duyulan duyguyu hissettiğimizi kabul edebiliriz. Sivas Katliamı yahut Yahudi Soykırımı jenerasyonlar sonrasında dahi toplumlar için ortak bir travmadır ve bu travmanın etkilerini hayatın her alanında olduğu gibi kişisel kayıtlarda da takip etmek mümkündür.

Aşkın da farklı formları vardır. Her toplumda uygun görülen şekilde aşktan bahsedilir ve bu, kişilerin hislerine kadar işler. Çoğunlukla Avrupa’da kapitalizmin de sunduğu olanaklar ve yücelttiği ürün bazlı eylemlerle birlikte gelişen romantik aşk, Hint yarımadasına gelindiğinde daha transandantal bir aşka dönüşür. Cinsellik ve şehvet konuları da farklı zaman periyotlarında ve farklı coğrafyalarda bazen kutsal bir forma çıkartılarak kabul görmüş, bazense şeytanlaştırılarak lanetlenmiştir.

Korku en temel duygulardan biri olarak kabul edilir ve içsel olduğu düşünülür. Ancak korkunun da kendi içinde bir politikası ve bir üretim mekanizması vardır. Korku, insanı harekete geçirir; bedenler arasındaki uzaklığı güvence altına alır (Ahmed, 2012). İnsanlar korkuya bir tür mantık yükleme çabasına girişebilir. “Yılanlardan korkmak evrimseldir.” der sinirbilimci Stefanie Hoehl (2017). Bilimsel olan şey mantıklı olduğundan korkumuz da oldukça mantıklı bir temele oturtulmuştur; artık yılana olan korkumuz dolayısıyla duyduğumuz üzerimizdeki bu kişisel ve duygusal yük kalkmıştır. Yine de bu bilgiyi burada bırakmak bir duygu tarihçisi için yeterli değildir. Ne de olsa Avrupa’da bir şehirde yaşayan insanın yılana olan korkusuyla Afrika’da bir kabilede yaşayan insanın yılana olan korkusu eşit kabul edilebilir değildir.

Kaygı, birçoklarına göre modern bir fenomendir. Kapitalizmin yarattığı zorunlu hayat şartlarına uyum sağlayamayan insanın içine düşeceği bir duygu durumudur. Sara Ahmed’in (2012) tanımına göre korku, bir objenin yaklaşmasında üretilen bir duygu; kaygı ise objeye olan yaklaşımımız sonucu üretilen bir duygudur. Korkunun harekete geçirme özelliği varken kaygı insanı dondurur, kısıtlar.

Modern yaşam tarzımızın ve içinde bulunduğumuz toplumda öğrendiğimiz bilgilerin genelgeçerliğini bazen o kadar kolay kabul edebiliriz ki öğrendiğimiz ve sonrasında içselleştirdiğimiz duyguların yalnızca bize ait olduğunu ve “mantıklı” olduğunu savunmaya yatkın hâle gelebiliriz. Çünkü Aydınlanma Çağı’ndan beri gelen modernist öğrenme tutkusu hâlâ devam etmektedir. Öğrendiğimiz bilgiler çerçevesinde hareket etmeye ve bunu genelgeçer saymaya meyilli olabiliriz. Oysa genelleme yapmadan, hiçbir şeyi en başından doğru kabul etmeden düşünür ve çoklu anlatımların var olabileceğini göz önünde bulundurursak daha kapsayıcı ve çok katlı bir tarih ve kişilik anlayışına sahip olmak kolaylaşabilir.

Yazar: Sıla Mutaf
Editör: Ozan Yazıcı

 

Kaynakça:

  • Afacan, Ş. (2021). History of Emotions [Lecture]. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi
  • Ahmed, S. (2012). The Cultural Politics of Emotion. New York and London: Routledge.
  • Hoehl, S., Hellmer, K., Johansson, M., & Gredebäck, G. (2017). Itsy Bitsy Spider…: Infants React with Increased Arousal to Spiders and Snakes. Frontiers in psychology8, 1710. Erişim adresi: https://doi.org/10.3389/fpsyg.2017.01710
  • Febvre, L. (1973). Sensibility and History: How to Reconstitute the Emotional Life of the Past. Peter Burke (ed.). London: Harper Row.
  • Max, W. (1920). The Sociology of Religion. Germany.

Görsel Kaynakça:

YAZAR BİLGİSİ
Sıla Mutaf
Sıla Mutaf, 2000 yılında İzmir'de doğdu. Boğaziçi Üniversite'sinde Psikoloji ve Tarih bölümlerinde okuyor. Yazı yazmak ve seyahat etmek en büyük tutkusu, bir de insan denen varlığı anlamayı başarırsa başı göklere erecektir. MozartCultures'da sanat, edebiyat, tarih, sinema üzerine yazılar yazmak için katıldı.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.