Aitlik ve Sahiplik İlişkisi İçerisinde Mimarlık

27.03.2020
Aitlik ve Sahiplik İlişkisi İçerisinde Mimarlık

Ait olmak ve sahip olmak eylemleri, “şey”in -insan varlığı, diğer canlı âlemler, nesneler dünyası vb.- kendisi dışındaki şeylere göre pozisyonunu belirleyen iki uç durumu işaret etmektedir. Bu yazı, bahsedilen olguların arasındaki ilişkinin açılımlarını, mimarlık dışı alandan başlayıp mimarlık disiplinine ve deneyimine ulaşan bir bakış açısıyla aktarma gayreti taşımaktadır. Aitliği ve sahipliği anlamak için, öncelikle gündelik yaşam pratiğindeki ve beşeri ilişkilerdeki yerine değinilmektedir. Daha sonra, mimari alanda mekânı, mekân içerisindeki eylemlilik halini ve mekânsal ilişkileri düzenleyen iki iyelik durum olarak, bu kavramlara yeniden bakılmaktadır.

Aitlik ve sahiplik kelimelerinin arasındaki farka, ilk olarak, bunların Türk Dil Kurumu Sözlükleri’nde yer alan anlamları üzerinden bakılabilir. TDK’nin “birinin olmak” şeklinde ifade ettiği “ait olmak” kalıbı, var olan mevcut sistem ve düzene sonradan dâhil olabilmeyi ima etmektedir. Sözlüğün “mülkiyetinde olmak, elinde bulundurmak”şeklinde izah ettiği “sahip olmak” ifadesi ise bir şeyin maliki olma adına o şeye yapılan baskıcı bir hareketi tarif etmektedir (TDK, 2020).

Sahip olmak insanoğlunun en büyük eğilimlerinden biri olagelmektedir. İnsanın benlik duygusunu tetikleyen ve pekiştiren iyelik durumlarının başında yer almaktadır. Geçmişten bu yana, mülkiyeti kendi varlığının ezici üstünlüğünün ispatında kullanan insan, bunun dışında pek çok canlıyı da sahiplenme arzusu taşımaktadır. Bu durum, sahip olma özelliğini toplumsal hayatın bir gerçeği haline getirmektedir.

Yazıda yer alan örneklemler, bilimsel iddiadan uzak biçimde ve hep bir şekilde içinde bulunulan durumların parçası olarak ele alınmaktadır. Mesela insana “Hayatın anlamı nedir?”sorusu yöneltildiğinde, cevabı genellikle sahip olduklarını tanımlama ve bunlar için koruma kaygısı duyma odaklı olmaktadır. Bu noktada, sahip olduğu en değerli varlıkları peşi sıra tanımlamaya koyulmaktadır. Sahip olduğu çocuğu, kedisi, iş dünyasındaki mevkisi, unvanı, okul başarısı bunlara örnek oluşturabilir. Dahası iki üç yaş dönemindeki bir çocuk, kendi benlik inşasını, çevresindeki pek çok şeyi sahiplenme güdüsüyle gerçekleştirmektedir. Onun olan, elde ettiği veya elde etmek istediği her şey için “Benim, benim…” diye direterek, kendi varlığını başkası karşısında üstün bir biçimde anlamaya ve korumaya çalışmaktadır. Çocuğun içgüdüsel tutumla verdiği bu tepki onun programlanmasının bir koşuluyken, neden büyükler tarafından da sürekli bir mülkiyet hakkı oluşturulmaktadır?

İnsanın devamlı sahip olmaya güdülendiği bir diğer konu da ebeveyn-çocuk ilişkisi olarak görülmektedir. Orta ve üst gelir katmanlarında yer alan ailelerin çocuk kutsaması, evin dış kapısında sona ermektedir. Kendi çocukları konusunda kılı kırk yaran anne babalar, başkalarının çocukları söz konusu olduğunda vurdumduymaz kesilivermektedir (Sayar, X). Yalnızca kendi çocuklarına hassasiyet göstermekte ve haricindeki çocuklara duyarlı olmamaktadırlar. Ebeveynlerin sahipliğindeki kendi çocuklarını koruma altına alma davranışı, başka insanların çocuklarına karşı yaşadıkları duyarsızlıkla büyük bir zıtlık oluşturmaktadır. Başka bir açıdan, sahiplendiği ev hayvanına üstün bir bakım veren halde bulunan bir kişi, kendi ev sınırları ve sahipliliği dışındaki sokak hayvanına aynı özentili tutumu göstermemektedir. Bu noktada, bir şeye sahip olmak -çocuk veya ev hayvanı- onu kullanma konusunda bilmeyi gerektirmektedir. Örneğin insan sahip olduğu zaman aralıklarını da en verimli olacak şekilde kullanmaya yönelik planlar yapmaktadır. Ayrıca Terentius’un vurguladığı gibi,  sahip olunan şeyin değeri, sahip olan kişiye göre değişmektedir. Onunsa iyidir, değilse kötüdür (aktaranMontaigne).

Oysa Montaigne’in “Dünyanın bütün nimetleri elinde olsa bile, onları tadabilecek ruh gerekir. Çünkü bizi mutlu eden, onlara sahip olabilmek değil tadına varabilmektir” sözünde belirttiği gibi sahip olmak tahakküm kurmak dışında, gerçek anlamda yeterlilik sağlamamaktadır. Çünkü benzer bakış açısıyla, asıl haz kaynağı sahip olduğun elma değil, elmanın damak ile buluştuğu tadı hissetme noktası olmaktadır (çevirenGüldoğan).

Bu sebeple sahip olmak hırsına kapılmak yerine bizleri gerçek anlamda tatmin eden aidiyet duygusu hissetmek daha besleyici bir his oluşturmaktadır. Nitekim yeni tanıştığımız bir kişiye ilk olarak “Nerelisin?” sorusunu yöneltmekteyiz. Bir ülkeye, bir şehre, bir topluma, bir aileye, bir eşe, bir çocuğa, bir sevgiliye ait olmak insanlara güvenli bir habitat oluşturmaktadır. Bu noktada, Soljenitsin’in “Ele geçirerek değil, ele geçirmeyi reddederek insan oluruz.” ifadesindeki gibi, kendi benliğinin kaybedilmediği bir aidiyetlik, insanın doğasının bir gereği ve zaruri bir ihtiyacı olmaktadır. “Şey” üzerinde bir bağlılık oluşturmak, ait olunan şeye karşı birtakım ilişkiler geliştirmektedir. İnsanın bağlı olduğu topraklar ve kökenler, onun için anlam kazanmaktadır.

Ait olmak ve sahip olmak olguları, başka alanlardan ödünç alınan uzun izahlarından sonra, mekânsal açıdan değerlendirildiğinde de çeşitli örnekler karşımıza çıkmaktadır. Bu örneklerin çoğunu, doğa-insan odaklı seçmek bu konunun açıklanmasında daha aydınlatıcı olacaktır.  

Nitekim doğal bir örüntüde ona “ait” bir parça olarak varlık gösteren insan, hem kendilik bilincini korumakta hem de kâinatın ruhunu bozmamaktadır. Doğanın bir parçası olan, doğayla özdeşleşen insanlar, Mustafa Kutlu tarafından şöyle nitelenmektedir: “Beşimiz bir aradayız. Toprak, su, hava, ateş ve biz.” (Kutlu, 2011: 23). Oysa doğa parçasını onun kendi biçimiyle korumak yerine, ona kullanım ve meta değeri yüklendiğinde, orası doğa olmaktan uzaklaşmaktadır. Aksi durumu ise insanı doğadan uzak tutmaktır. Bu durumda, iki mutlak zıtlıktan uzak bir tasarım anlayışı geliştirmek, insanın doğaya ait olabildiği ve doğa üzerindeki ilişkisinin tahakküm olamadığı bir yaklaşım oluşturmaktadır.

Güncelde, insanın doğaya aidiyetinin devamlılığını sağlamak amaçlı, tasarımına bitkilerin dâhil edildiği “çevre dostu” cam mimarlık projeleri yapılmaktadır. Buna örnek olarak, Amazon’un, Seattle’da Spheres adı verilen şirket merkezi tasarımı verilebilir. Tasarımda, “spheres”adı verilen, bezemeli çelik kafes strüktürlerin taşıdığı üç devasa cam jeodezik kubbe tıpkı sera gibi tasarlanmıştır. Bu yaklaşım, yeryüzünün dört bir tarafından getirilecek, çoğu egzotik ya da nesli tükenmekte olan 400 bitki türünü barındıracak bir tür “Amazon Yağmur Ormanı 2.0” sürümü olarak sayılmıştır. Bitkilerin bir nehir, bir çağlayan ve ağaç-ev biçiminde tasarlanmış toplantı odalarına fon oluşturması planlanmıştır. Ortamın titizlikle kontrol altında tutulması ve Kosta Rika’nın Merkez Vadisi’ndeki iklim değerlerini taklit ederek, 22 ºC sıcaklığa ve %60 nem düzeyine ayarlı olması kararlaştırılmıştır (URL 1) (MacFarlane, çev: Artun ve Gen, 2018). Doğanın kendi prensiplerinden esinlenmekten öte, onun bu derece “bilinçli” taklidi yoluyla ulaşılmaya çalışılan doğaya ait olma hissi, ne kadar sağlanır? Projede, aitlik hissiyatının oluşmasını bırakın, tasarım kendi diliyle de ifade ettiği “fon oluşturma” meselesinden öteye geçememektedir. Doğa burada kendisine ait olunan bir örüntü değil, projenin tanıtımına ve markalaşmasına olanak sağlayan “jenerik” bir model olarak işlevselleştirilmektedir.

Doğanın içinde olma halinin, yeryüzünün dört bir yanından getirilen bitkilerle sağlanabileceği yanılgısına, 20 Mart 2020’de kaybettiğimiz Cengiz Bektaş’ın kitabındaki bir pasaj da benzer durum olarak gösterilebilir. Halikarnas Balıkçısı, İngilizler tarafından çalınan ve British Museum’da sergilenen Mausoleum için yetkililere bir mektup yazarak o yontuları geri ister.  Tesirli olsun diye “Onlar, ancak Arşipel’in (Akdeniz) mavi göğü altında yaratıldıkları yerde anlamlarıyla var olurlar. Getirin onları geriye! Verilen cevap pek alaycıdır. “Mausoleum’u iade etmemiz mümkün değil, lakin içiniz rahat olsun, bulundukları salonu Arşipel mavisine boyatacağız!” (Bektaş, 1999). Bu aktarımda da görüldüğü üzere, Akdeniz mavisinin ve ona ait hissetmenin, gerçek Akdeniz’in kendisinden öte, o tona yakın bir boyayla sağlanabileceği yanılgısına düşünülmektedir.

Bu yazıyı, konunun odak noktasını özetleyebilecek daha güzel sözcüklerim olmadığı için Cicero’nun cümleleriyle bitiriyorum: “Gerçekten bizim olan hiçbir şey kalmamıştır: bizim dediğimiz yapma bir şeydir.

 

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.