Araştırma, Gerçeklik, Bilim, Hukuk ve Mizah: Susan Haack Hilal Uney’e konuşuyor

17.03.2021
Araştırma, Gerçeklik, Bilim, Hukuk ve Mizah:  Susan Haack Hilal Uney’e konuşuyor

HU: “Ciddi Felsefe” isimli yayınınızda “ciddi” derken neyi kastettiniz? Felsefede mizaha nasıl yaklaşıyorsunuz? Sizce felsefeye dahil olmalı mı, olmamalı mı? Bir filozofun, espri anlayışı olmayan ve ciddi biri mi olması gerekir?

 

SH: Son soruna cevabım, bahsettiğin makalede de çok net belirttiğim üzere,[1] kesinlikle hayır.

Felsefeyi, içinde yaşadığımız dünyayı nasıl bildiğimiz ve bu dünyanın içinde en iyi biçimde nasıl yaşayacağımız gibi konulara dair bir çeşit sorgu olarak görüyorum. “Ciddi Felsefe” derken politik olarak uygun, alanındaki büyük gelişmeleri gururlandıracak veya bu yılın yıllık raporunda yayınlayabileceğiniz kadar olası ve hızlı bir cevap değil de, felsefenin bir şeyleri açıklığa kavuşturma konusunda hafife alınmasından bahsediyorum. 

Sözün İspanyolcası “Filosofía en serio,” felsefe cidden hafife alınıyor:

Bu da ciddi felsefenin daha az önemli veya kurumlu olması gerektiği gibi yanlış bir izlenim iletmeye daha az yatkın olması demek. Dediğim gibi, hiçbir şey gerçekten öte olamaz. Ciddiyet, kurumluluk, Pierce’ın “parlak zekalılığın gösterişi” dediği şey… Bunların hepsi bir engel oluyor. Espri anlayışı, örneğin başkalarının veya kendinizin sizin hakkınızdaki aşırı hırslı talep ve fikirlerinden aşırı etkilenmeniz konusunda gerçekten yardımcı olabilir. Dahası, fikirlerin özgürce akması (Pierce buna ‘musement’ der) konusunda bir nevi şakacılık, ciddi sorgunun ilk aşamalarının önemli bir kısmıdır.

Cevabım ve sebepleri bahsettiğiniz makalede yanlış anlaşılmaya mahal vermeyecek kadar açıkken neden bu soruyu sorduğunuzu tam olarak anlayamadım.   

 

HU: Pierce, ciddi filozofların fevkalade bir metaforda “gözde gayrete” ve “kolda kuvvete” ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Bununla neyi kastetmiştir?

 

SH: Pierce, bir okçunun yayını germesinden bahsediyor. Filozof; hedefe, onu alâkadar eden soruya odaklanmalı ve alakasız düşüncelerle dikkatini dağıtmamalıdır. Bu, gözdeki gayrettir. Doğruyu, doğrudan ve elle tutulur biçimde vurabilmesi için yayı iyice germesi gerekir. Bu da koldaki kuvvettir. Pierce’ın metaforu iki kilit noktası iletir: Filozof,  gerçeği istemelidir, geçiştirmelik bir muadilini değil; filozof gerçeği gerçekten istemelidir, öylesine dilememelidir.

 

HU: Peki, algılarımızın belirsizliği de düşünüldüğünde “gerçeğe” ulaşmak sahiden mümkün müdür? Biz algılamasak da “gerçek” bizim algımız ve kendi bağlamı haricinde de bağımsızca var olur mu?

 

SH: Bağlamı belirsizmişçesine “gerçek” kelimesini neden tırnak içine aldığını anlayamadım. Değil.[2] Ve bana bir sürü soru sorduğun için senin de buna inanmadığını düşünüyorum. Çünkü eğer doğru cevaplar olmasaydı bunları sormanın hiçbir mantığı olmazdı!

 

Diyelim ki algısal muhakemelerimiz (algımız değil, algı eylemdir; önerme değil ve bu yüzden doğru ya da yanlış, hatalı ya da hatasız değildirler.) yanılabilir, başka bir deyişle hatalı olabilir. Ancak bu hiçbir zaman gerçekliğe ulaşamayacağımızı göstermez. Bu sadece muhakemelerin kesinsizliğini, algının koşullarını, beklentilerimizi şekillendiren arka plan inançlarımızı ve benzeri şeyleri, her sorumlu sorgulayıcının düzenli olarak yaptığı gibi göz önünde bulundurmamız gerektiğini gösterir.[3]

Ve evet, çoğu hakikat, algılarımız ya da inançlarımızdan bağımsız olarak doğrudur. Hakikat tarafsızdır derken kastettiğim tam da bu. (Benim inandığım şey hakkında bir hakikat olmasına rağmen ‘Hakikatin objektif olduğuna inanıyorum’ demek bile objektiftir. (for I might not really believe what I find it convenient to think I do.)

 

HU: Eğer öğrenme isteği ciddi sorgunun temel ruhuysa bunu deneysellik veya düşünceyle nasıl takip edebiliriz? İnsanlar, içinde yaşadıkları evrenin hakikatini keşfetme isteklerini nasıl takip edebilir?

 

SH: Tabii ki bu, hakikatin çözümlemek istediğimiz yönüne bağlı olarak değişir: fiziksel dünya hakkında bir gerçek veya bir yasa, sosyal dünya hakkında bir gerçek veya bir yasa, bazı tarihsel sorular, matematiksel tahminler vs. Her birini sorgulamak için farklı bir yaklaşım uygun oluyor.

 

HU: Üniversitelerde fakültelerin hakikati bulabilmeleri için ne tarz değişiklikler yapılabilir? Üniversiteler gerçekten özgür düşüncenin yeri midir yoksa bu, inanmamız istenilen siyasi bir yanıltmaca mıdır?

 

SH: Üniversiteler her yerde aynı değil, Türkiye’de de nasıl yürütülüyor, bilmiyorum. Bu sebeple genel bir cevap veremem ancak Birleşik Devletler’deki durumla ilgili konuşabilirim.

Bir zamanlar fakültelerce yönetilen üniversiteler, sürekli olarak artan bir akademik yönetim kadrosuyla -aklın yaşantısını, gerçekten gerçekliği hedeflemenin ne demek olduğu hakkında az bilgisi olan ya da hiç bilgisi olmayan bir sürü bürokrat- bizler için bir büyük sorun. Bazı üniversitelerde öğretmenden çok bürokrat var! Bu “yöneticiler” fakülteyi üniversitenin ruhu değil de “çalışan” olarak düşünüyor ve onları otomobil veya alet üretiyorlarmışçasına “verimliliklerine” göre yargılıyorlar. Pratikte bu yöneticiler, bizleri ne kadar akademik yazı yazdığımızla, bu yazıları ne kadar yüksek rütbeli yerlerde yayımladığımızla; departmanımızın rütbesiyle ve özellikle bilim bölümlerinde ne kadar para getirdiğimizle ölçüyor.

Kadro, zam ya da terfi alma konusunda endişeli olan fakülte, kademeli olarak uyum sağlar ve sonunda bu çarpık “idari” değerleri içselleştirir.
Dahası yeni profesörleri, bu standartları karşılayabilecek gibi görünen kişilerden seçmekte ve mezun öğrencileri de bu standartları karşılayabilecek şekilde eğitmektedirler. Böylelikle felaket, kendini besler; durum gittikçe kötü bir hal alır.  Eski akademik değerler; herkes sıralama, para, aktarım sayısı ve beğeniyi takıntı haline getirdikçe unutuluyor.

 

HU: Bilimsel yaklaşım, gerçeğe tecrübe ve deneylerle ulaşmak için kullanışlı mıdır? Yoksa sizin de bir kez yazdığınız gibi bilim “bir itimat aracı, güç, siyaset ve hitabetten fazlası olmayan”, ekonomi ve siyasetçe kullanılan bir araç mıdır?

 

SH: Önce şu bilimin bir itimat aracı veya güçlünün oyuncağı olması konusu hakkında benim ne dediğimle başlayayım. Hiçbir şey hakikatten öte olamaz. Diğer yandan, birden fazla yerde oldukça açık şekilde belirtiyorum ki, bilim ne kutsaldır ne de bir itimat aracı.[4]

Bilim, bir insan girişimidir. Ve diğer tüm insan girişimleri gibi tümüyle hatalı olabilir, bozulmaya meyillidir. Ancak bu, ‘kesinlikle doğru, elle tutulur, ciddi bilimsel çalışma veya keşif yok’ demek değil.

Tabii ki var. Bilim sayesinde, bundan 400 sene öncesinden ne kadar daha fazla şey bildiğimizi düşünün. Pierce’ın da dediği gibi “Birinin bilimsel keşiflerin doğruluğundan tereddüt etmesi için tertemiz delirmiş olması gerekir.”

Ayrıca Pierce’ın, bilimsel yaklaşımla anlatmak istediğini yanlış anladığını düşünüyorum; bilimsel yaklaşım en basit tanımıyla doğruya ulaşmak için kendini adamaktır. Dahası Pierce’ın, “bilimsel yöntem” hakkında konuşurken ve filozofların bunu edinmeleri gerektiğinden bahsederken “deney ve düşünce yönteminden” ve felsefenin öncül olasılık olmadığından bahsettiği aşikârdır. Ancak bu demek değil ki tıpkı bilim gibi, deneylere ve keşiflere dayanmalıdır. Diğer bir yandan Pierce, felsefenin bilim gibi nadide deneyimlere ihtiyaç duymadığını belirtiyor. Felsefe, tanıdıklığından dolayı neredeyse fark etmediğimiz günlük deneyimlere yakından odaklanmayı gerektirir.

 

HU: Foucault ve diğer postmodernistlerin öne sürdüğü gibi: bilimin bazen dünyanın nasıl işlediğini başarıyla keşfettiği düşüncesi, modernist yaklaşıma bağlı değil midir? Bilim de dahil olmak üzere her şey; kişilerin eğitim, merak, endişeler, inanışlar gibi arka plan faktörleri tarafından şekillendiği için ideolojik değil midir? Ne düşünüyorsunuz?

 

SH: Modern – postmodern ayrımının veya Foucault’nun bahsinin geçmesinin ne burada herhangi bir işlevi olduğunu ne de “her şeyin ideolojik” olduğunu düşünüyorum.
Ve sen de bunu düşünmüyorsun, öyle olsa bu soruyu sormazdın. Elbette ki bilim insanının üzerinde çalıştığı konu, arka planına ve ilgilerine bağlı olabilir ancak kendine ve başkalarına karşı dürüstse sonuçları bunlara bağlı olmaz.

 

HU: Bilim ve hukukun etkileşimleri, delillere yaklaşımının ve amaçlarının farklı olmasından dolayı mı problemlidir?

 

SH: Cevap kesinlikle, “her ikisi de”. Evet, farklı amaçları var. Bilim, ne kadar uzun sürerse sürsün, dünya hakkında açıklayıcı ve kayda değer gerçekleri arar; hukuk ise kısıtlı bir zaman aralığında ve çeşitli anlaşmazlıklarda adil, mantıklı ve yaşanabilir kararlar almaya çalışır.[5]

Tabii ki bu konuda kanunun nasıl işleyeceği, bahsi geçen sorudaki hukuk sistemine göre değişiklik gösterir. Birçok farklı hukuk sistemi var. Batı ülkeleri bu konuda geniş iki kola ayrılır: teamül hukuku (İngiltere, A.B.D., Kanada, Avusturalya, Yeni Zelanda vs.) ve medeni hukuk (Avrupa kıtası, Latin Amerika vs.) İlk sistem, jüri sistemine dayanırken ikincisi ise fiili ve hukuki problemleri çözmek için hakimlerin kararına dayanır.

Hepsinin, ispat yükü (delili hangi tarafın sağlayacağı) ve delilin niteliği (delilin ne kadar güçlü olması gerektiği) ile ilgili farklı kuralları vardır. ABD’de, diğer bütün teamül hukuku sistemlerinde olduğu gibi ceza davalarında ispat yükü, kovuşturmaya aittir ve ispat standardı “mâkul şüphenin ötesinde”dir. Bu tür sistemler hangi tür kanıtların ve dahi ilgili kanıtların sunulacağına dair çeşitli kısıtlamalar getiriyor. Örneğin söylenti, bu kanıtlardan biri değildir çünkü söyleyen her ne söylediyse çapraz sorguyla ortaya çıkarılamaz. Diğer yandan, medeni hukuk sisteminde, çoğu ilgili kanıt genellikle kabul edilebilirdir. Ve bunun ayrımını yapmak teamül hukukunda jüriye kalmışken, medeni hukukta hakime kalmıştır.  Buna karşın bilim insanları gayet açıkça bu kurallardan mauftırlar. İlgili bütün kanıtları toplayabilmeleri için gereken ihtiyaçları olan zaman her ne kadarsa, bu sorgulamayı yapabilmek için o kadar zaman harcamalıdırlar. Ve tabii ki, neyin doğru olduğuna karar vermek için birinin fikrini sorulması veya bunun için oylama yapılması ilginç olurdu. Ve zaman kısıtlaması da yoktur.

 

HU:Hukuk kimi zaman bilimden, bilimin sunabileceğinden fazla şey bekler; bilimin verebileceğinden daha azını bulur.” demiştiniz. Ayrıca basit bir ikilem olan “bilimsel müdahale” ve “yasal uzlaşma”nın yardımcı olmaktan çok yanlış yönlendirebileceğini savunmuştunuz. Bunun sebebi nedir?

SH: Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu bahsettiğiniz alıntılar her ne kadar başka konulara bir noktada uygulanabilir de olsa Amerikan Hukuk Sistemi ile alakalıydı.
(Ve bir kez daha söylüyorum, bahsi geçen makalede oldukça açık anlatılıyor bunlar!)

BURAYA BAKILACAK!!!

ABD’de kimi zaman avukatların ya da hakimlerin, örneğin suç mahallindeki DNA’nın, sanığın DNA’sı ile ne kadar eşleştiğini bulabilen DNA biliminden sanığın suçu işleyip işlemediği de bulunabilir. Ya da belli ilaç ya da kimyasala oveya belirli bir ilaca veya kimyasala maruz kalanlar arasında bu bozukluğun artan riskinin ne kadar yüksek olduğuna dair epistemolojik kanıt, bu davacının rahatsızlığının maruziyetinden kaynaklanma olasılığının ne kadar yüksek olduğunu size söyleyebilir. Bilimden çok fazla şey bekliyoruz.[6] Bazen, dediğim gibi, avukatlar alakalı bilimsel kanıtların kabul görmemesine uğraşır veya ilaç firmaları aleyhine olan delili tersine çevirmeye veya örtbas etmeye çalışır.[7]  Bu sebeple bilimden faydalanabileceğimizden daha az faydalanıyoruz.

İkinci alıntı da ABD’nin hukuk sistemi ile alakalı, bu durumda yanlış olduğunu sandığım bir ikilem hakkında konuşmaya davettir bu. Öncelikle, çıkarımın veya delilin özel olarak bilimsel bir hâli yoktur, bilim insanları genel olarak herkesle aynı çıkarımları yapar. Ancak delilleri çoğunlukla daha karışıktır. Ve bazen, çalışma alanına bağlı olarak -örneğin istatistiksel uslamlama gibi- alanına özel çıkarımsal araçlar kullanabilirler.

İkinci olarak en azından medeni kanun olan ülkelerde bariz yasal muhakeme yöntemleri olsa da, bu davayı önceki davalarla kıyaslamak ve bunu onlardan ayırmak yalnızca yasal doğruluğu bulmanın yolu değildir. Bu; avukatın, hakimi bu davaların benzer; onların farklı olduğuna ikna etmeye çalışması veya mahkemenin karar için bir mantık sunması meselesidir.[8]

 

HU: İnsanlar neden özgür irade kapsamında yanlış kararlar alır? Ne tür durumlar insanları suç işlemeye iter?

 

SH: Aman Tanrım! Soruya kısa bir açıklamadan ziyade kitap gerekecek kadar şey sıkıştırılmış!

Psikopatik katillerden, aç ailesi için yemek çalan birine geniş bir suç ve suçlu yelpazesi bulunuyor. Ve özgür irade özünde düşünmek, bu konuda pek de yardımcı olacağa benzemiyor. Çoğu motifin karışıklığını ve genlerle çevrenin etkileşimini de göz önünde bulundurmalıyız.

 

Yani size kimse düzgün bir cevap veremez ancak size bu çeşitliliği listeleyebilirim:

  • Bazı insanlar -genellikle bu kişilere psikopat denir-, genetik olarak talihsiz bir sarmalda olabilirler. Bu kişilerin arasında vicdan azabı duymadan insanlara tecavüz, işkence eden ve onları öldüren kişiler vardır.
  • Diğerleri (bu kişilerin de genetik olarak yatkınlığı olabilir.) çocukken istismar edildikten sonra tecavüz, işkence edip öldürürler.
  • Bazı kadınlar, doğum sonrası ağır depresyon yaşayıp yeni doğanlarını öldürürler.
  • Kimi, kompulsif kumar oynamaktan doğan borcu veya bağımlısı olduğu uyuşturucuyu temin etmek için hırsızlık yapar.
  • Kimi, uyuşturucu kuryesi veya sonrasında satıcısı haline gelir çünkü başarılı olduğunu gördükleri kişilerin işleri budur.
  • Kimi, acelesi olduğundan, fark edilmez umuduyla hatalı park eder ya da vergi öderken üçkağıt yapar çünkü ekstra birkaç liraya ihtiyacı vardır ve bunu yetkililerin fark etmeyeceğini umut eder.
  • Kimi, yakınları açlıktan ölmesin diye çalar.
  • Kimi, yanlış olduğunu düşündüğü bir yasayı belki de yasa değişir umuduyla, protesto amaçlı olarak veya kötü olmak için çiğner.
  • Kimi, dini ya da politik fanatizm nedeniyle terör hareketlerine dahil olur.

 

Bu üstünkörü bir liste. Henüz çete üyelerinden, kadın tüccarlarından, çocuk pornosu çekenler ve müşterilerinden, internet dolandırıcılarından ve benzeri şeylerden bahsetmedim bile. Evli bir adamın sonradan keşfedilen bir beyin tümörü sonrasında, ergenlik çağı öncesindeki kızlara aniden ilgisi gelişen bir vakadan bahsetmiyorum bile.

BURADAYIM!

HU: Hükümetler tarafından kişisel haklarla ilgili alınan baskıcı ve keskin kararların yasal dayanağı nedir?

 

SH: Tekrar söylüyorum, buna uygun bir cevap vermek çok zaman alır.

 

“Hükümet tarafından alınan baskıcı kararların yasal dayanağını” mı soruyorsun ya da “hakimlerin verdiği kararların neye dayandığını” mı? Veya nedir soru?

 

Tahminen, her sistemde yasayı yapan kişi için bir hüküm vardır. A.B.D parlamentosunda bu millet meclisi ve senatodur (yürütme organı değil, sanırım “hükümet”). Her sistemde ayrıca yasaları tefsir edip uygulayan birinin var olduğunu farz ediyorum. Bu kişi A.B.D sisteminde hakimlerdir. (Tekrar ediyorum, yürütme organı değil.).

Yakın zamanda Ebru Timtik’in ölümünü Amerikan basınında gördüğümden, Erdoğan’ın aktivist avukatlara karşı daha güçlü yasalar dayatması ve kanuni yaptırımlar uygulaması ile ilgili mi soruyorsunuz diye merak ettim. 2016’da askeri darbe girişiminden itibaren konu hakkında bulabildiğim tek şey, üç ay sürmesi gereken bir olağanüstü hal ismi altında cumhurbaşkanı, yalnızca yasadışı organizasyonlara karşı aşırı önlem almakla kalmıyor, bu organizasyonlara üye olduğu öne sürülen kişilerin avukatlarına ve hatta barolarına dahi göz açtırmıyor…[9]

 

Tahminen, cumhurbaşkanının olağanüstü güçleri var ancak bu güçlerin ne kadar geniş olduğu veya bunu suistimal edip edemeyeceğini bilmiyorum tabii ki. Okuduklarım kulağa çok hoş gelmese de, yani, olayın bağlamı veya arka planı ile ilgili, her ne kadar çok şey bilmesem de, yargının yürütmeden bağımsız olması gerektiğinin ve yasayı çiğneyenlerin yetkin bir biçimde savunulmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum.

                                                                               

HU: Hukuk sistemi herkese adalet sağlamak için bir yol sayılabilir mi yoksa hukuk sistemi ekonomik olarak güçlü kişilere mi yarar sağlar?

SH: Üstüne basarak söylüyorum, belli bir “hukuk sistemi” yok. Dünyada az veya çok farkı olan pek çok legal sistem vardır. İkinci olarak, Türk hukuk sistemi hakkında, Türkiye’deki üniversiteler hakkında bilmediğim gibi, İsviçre yasalarına dayanan bir medeni kanun olduğunu ve belli ki İslami bir örtüsü olması haricinde pek bir şey bilmiyorum.[10]

Sorunu yanıtlamaya, aşina olduğum hukuk sistemi olan Amerikan sistem bazında yanıtlamaya çalışsam bile, bölerek başlamam gerekir. (i) Varlıklı olanın yararına

olan kanunlar var mı? (i) Bu kanunlar uygulanması varlıklı kimselerin yararına mıdır? (i) Parası olanlar hukuk sistemiyle daha iyi başa çıkabilirler mi? Soruları cevaplamaya tersten başlayacağım.

Üçüncü sorunun cevabı gayet bariz ve şaşırtıcı olmayan bir biçimde “evet”. Tüm iyi niyetimle, nasıl olacağını bilmiyorum ama, teoride bu hukuk sistemi tarafından değiştirilebilir. Yasalarımız durumu olmayan suçlu davalılara ücretsiz temsil edilme hakkı tanıyor ancak bu beraberinde bu avukatların kaçınılmaz bir şekilde yorgun, hak ettiğini alamayan ve kimi zaman işinin ehli olmaması gibi durumlar doğuruyor. Her ne olursa olsun, parası olan kişiler en iyi avukatları tutacaklar. O.J Simpson’ın cinayet davasında “hayallerin takımı” nı işe alması ve beraat etmiş olması gibi.

 İkincisine cevabım “büyük ihtimalle”. Örneğin kokain davalarında, bunu kullanmaya daha yatkın olan siyahilere, eroin davalarında, bunu kullanmaya daha yatkın olan beyazlara, daha ağır cezalar verilir. Ya da hangi bilimsel kanıtların, çok önemli ve pahalıya mal olan, zehirli haksız fiil davalarında davacılar üzerinde çalıştığı kabul edilebilir olduğuna dair kuralların, örneğin, büyük ilaç şirketlerinin potansiyel olarak zarar verici delillerin kabul edilmesini engellemesine olanak tanınır.

Birinci soruya cevabımsa “mümkün”. Ancak örneğin Amerikan vergi hukuku, veraset veya mülk yasaları hakkında örnek olduklarını söyleyebilecek kadar şey bilmiyorum.

 

HU İnsanlık tarihi boyunca bir sürü dil doğdu ve öldü. Dillerdeki çeşitliliğin insanlık tarihini ve dünyamızı etkilediğini düşünüyor musunuz? Eğer yalnızca bir dil olmuş olsaydı, sizce insanlar yine de yeni diller yaratmaya eğilimli olur muydu?

 

SH: Dil ve lehçe farklılıklarının diplomatik anlaşmazlıklar olmak üzere birçok etkisi olduğunu düşünüyorum.

Ortak tek bir dil olması ihtimalini güç buluyorum. Ancak şunu söylemek gerekirse; her ne kadar imkansız olsa da, diyelim ki oldu, eminim oldukça kısa bir sürede, farklı toplumlarlarda farklı bir biçimde değişim gösterecektir.[11] Örneğin bir zamanlar eğitimli Avrupalılar arasında ortak dil olan Latince, zamanla Fransızca, İspanyolca, Katalanca, Galiçyaca, Portekizce, İtalyanca, Romanca gibi farklı dillere evrilmiştir.

Daha basit bir örnek olarak: 10 küsür yıl sonunda 2008 yılında İngiltere’ye dönünce “no fly tipping” (çöp dökmek yasaktır) gibi cümleleri anlayamıyordum. İngiltere’de yaşadığım zamanda daSheffield gibi küçük yerlerde kullanılan bazı deyimleri, örneğin “Tabii ya!” anlamına gelen “Is it ’eck as like” (i.e., “like hell it is,”) gibi deyimleri. Veya Esperanto’nun talihini düşünün!

***

Sizinle konuşmak ilginç bir deneyim oldu. Ancak çok daha detaylı ve dikkatlice okuma yapmanız ve farklı kültürleri ve zamanla bu kültürlerin nasıl değişip geliştiğine dikkat etmeniz gerektiğini düşünüyorum.[12]

KAYNAKÇA

[1] Susan Haack, “Serious Philosophy,” Spazio filsofico 18 (2016): 395-407

[2] See, e.g., Susan Haack, “The Unity of Truth and the Plurality of Truths” (2005), in Haack, Putting Philosophy to Work: Inquiry and Its Place in Culture (Amherst, NY: Prometheus Books, 2008; second, expanded edition, 2013), 53-68 (text) and 271-73; “Post ‘Post-Truth’: Are We There Yet?” Theoria 85 (2019): 258-75.

[3] See, e.g., Susan Haack, “How the Critical Common-sensist Sees Things,” Histoire, épistémol­ogie, langage 16, no.1 (1994): 9-33. Evidence and Inquiry (1993; second, expanded edition, Amherst, NY, 2009), chapter 5.

[4] See, e.g., Susan Haack, “Science as Social? Yes and No” (1996), in Haack, Manifesto of a Passionate Moderate (1998), pp.104-22; “Staying for an answer,” Times Literary Supplement, July 9, 1999: 12-14; Defending Science—Within Reason:  Between Scientism and Cynicism (Amherst, NY: Prometheus Books, 2003).

[5] See, e.g., Susan Haack, “Irreconcilable Differences: “Irreconcilable Differences: The Uneasy Marriage of Science and Law,” Law and Contemporary Problems 72, no.1 (2009): 1-24., reprinted in Haack, Evidence Matters: Science, Proof, and Truth in the Law, (New York: Cambridge University Press, 2014), 78-103.

[6] See e.g., Susan Haack, “Risky Business: Statistical Proof of Specific Causation,” in Haack, Evidence Matters: Science, Proof, and Truth in the Law, 000-000; “Proof, Probability, and Statistics: The Problem of Delusive Exactness,”

[7] See, e.g., Susan Haack, “What’s Wrong with Litigation-Driven Science?” (2008), in Haack, Evidence Matters, 180-207.

[8] See Susan Haack, “Scientific Inference vs. Legal Reasoning? Not So Fast!” Anuario de Filosofía y Teoría de Derecho (2019): 193-213.

[9] Joakim Parslow, “The Challenge of Turkish Lawyering Associations,” Anthropology of the Middle East, Vol. 13, No. 2, Winter 2018: 26–42 (Berghahn Books), doi:10.3167/ame.2018.130203.

[10] Turkey Foreign Law Guide; Ishan Yilmaz, “Secular Law and the Emergence of Unofficial Turkish Islamic Law,” Middle East Journal 56, no.1 (winter, 2002): 113-131.

[11] Susan Haack, “The Growth of Meaning and the Limits of Formalism, in Science and Law,” Análisis Filosófico XXIX, no.1 (May 2009): 5-29.

[12] Thanks to Mark Migotti for his helpful comments on a draft.

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.