Descartes’ın Ruh ve Beden Ayrımı

10.10.2020
Descartes’ın Ruh ve Beden Ayrımı

Batı felsefe tarihinde en büyük kırılmalardan biri, 17. yüzyılda Descartes’ın etkisiyle, dini önermelerin ispatının akıl zemininde ele alınması gerektiği tartışmalarıyla başlamıştır. Bu tartışmalarla birlikte, Ortaçağ’ın öznesi Tanrı, bu görevini insan aklına bırakmıştır. Neticede Descartes, Tanrı’nın varlığı ve ruhun bedende ayrı olması gerektiği konusunu merkeze alan bir eser kaleme almıştır.  Bu metinde Descartes’ın Meditasyonlar adlı eseri temel kaynağımız olmuş; burada takip edilen yöntem de metin boyunca izlenmiştir. Descartes’ın tavrının bu şekilde olmasını daha anlaşılır kılmak adına, onun içinde bulunmuş olduğu yüzyılın felsefi ve bilimsel çalışmalarına kısaca değinilmiştir. Akabinde ilk beş meditasyon ele alınmış; gerekli görüldüğü yerlerde ayrıntıya girilmiştir. Altıncı meditasyonun içinde bulunduğu ana konu, kendi başına ayrıca derinlemesine tartışılmıştır. Özellikle de en fazla itirazın olduğu ruhun bedeni nasıl etkilediğine dair sorunun üzerinde durulmuştur. Son olarak Descartes’ın düalizmi çağdaş bilim ve felsefede nasıl ele alınmaktadır? Buna çok kısa değinilerek metin tamamlanmıştır.                                            

17. yüzyıl, Rönesans ve Reformasyon hareketlerinden sonra kendine özgü düşünme biçiminin oluştuğu bir yüzyıldır.

“Her şeyden önce bu yüzyılın felsefesi yeni bir tarih duygusunun egemen olduğu bir felsefedir. O, dünyaya ve insana bu yeni bakışın bir sonucu olarak insanı eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir tarih felsefesi geliştirir” (Cevizci, 2010: 269).

Tanrı-özne tavrı, İnsan-özne tavrına dönüşerek bütün düşünce ve kurumların referans noktası olmuştur. Tanrı’dan mülhem varlık, bilgi, değer ve politikaya bakışın yerine, insanı merkeze alan bir refleksiyon gerçekleşmiştir. Diğer taraftan dini önermelerin eleştiriye maruz kaldığı ve din temelli tesis edilen bütün kamu ve kuruluşların otoritesinin sarsıldığı bir dönemdir. Böyle bir tavrın gerçekleşmesinde özellikle felsefi ve bilimsel gelişmeler yatmaktadır.

Felsefi ve bilimsel gelişmeler söz konusu olduğunda, bu yüzyılın ilk çeyreğinde Descartes, Galilei ve Bacon ön plana çıkmaktadır. Galilei’nin çalışmalarına baktığımızda:

“1604 yılında, tek yönlü olarak hızlanan doğrusal hareket olgusunu ve uzamlar yasasını keşfeder. Bir hareket sırasında kat edilen uzam, zamanın karesiyle orantılıdır. Böylelikle, cisimlerin düşüşü yasası ortaya çıkar ve bu yasa, hareketi nesnenin bir niteliği olarak tanımlayan Aristoteles fiziğinin tartışılmasına yol açar. (…) Burada Aristoteles dinamiğinde karşımıza çıkan insan-biçimciliği hatırlamak gerekir: Doğal olarak durağan olan cisim, ona etki uyguladığımız için hareket eder. Bu noktada Galilei, doğal olguları yöneten yasaları matematiksel olarak ifade ederek, niteliksel ve insan-biçimsel bakış açısını devre dışı bırakarak bu alanda bir devrim yaratır. Doğanın matematik diliyle yazıldığı düşüncesinden hareketle elde edilen bütün bu sonuçlar, 1638 yılında, İki Yeni Bilim Üzerine Söylev’de dile getirilecektir. Toricelli ile birlikte kaleme alınan bu eser, Galilei’nin mekanikle ilgili bütün araştırmalarının sentezini sunar. Bu bağlamda Galilei, modern evren tasavvurunu inşa eden kişi olarak karşımıza çıkar” (Russ, 2019, 168-169).

Özellikle Bacon, modern bilim söz konusu olduğunda, deneysel yöntem anlayışının tesis edilmesinde temayüz etmektedir. Batı Düşüncesinin Serüveni adlı eserinde Jacqueline Russ, onun için; “Bacon bilimin kurucu unsuru olan modern deneysel metot düşüncesinin öncüsüdür ve bu konuda oldukça özgündür” (Russ, 2019, 173). der. Bacon’ın deneysel metodu olan tümevarım, özneyi doğaya, yani doğrudan nesnenin bilgisinin araştırılmasına iter. Bu metot ile nesnenin niteliği değil, niceliği ön plana çıkmış ve nesneye sorulan “neden var oldu?” sorusu yerine “nasıl var oldu?” sorusu yerini almıştır.

“Buna göre, insanlar doğal dünyanın, Tanrının müdahalesinden bağımsız olan olgularını, yardım görmeden araştırabilirler; onların araştırmalarının sonuçlarını vahye dayalı dinle de kurumlaşmış otoriteyle de bağdaştırmaları gerekmez” (Cevizci, 2010, 270).

Bu yüzyılın belirli bir düşünme tarzını tesis eden ve özel bir isimle anılmasını sağlayan en önemli filozof ise Rene Descartes’tır. “Descartes yeni bir akıl inşa eder (…) ve bu alanda beklenen entelektüel sentezi gerçekleştiren kişidir” (Russ, 2019, 175). Bu yazıda temerküz eden konu: Descartes’ın Zihin-Beden Ayrımı olması sebebiyle; onun felsefi düşüncesi ayrıntılı bir şekilde ele alınacaktır. Bu konuyu ele alma yöntemimiz Descartes’ın Meditasyonlar’da takip ettiği yöntem ile sağlanacaktır. Bunu tercih etmemizin sebebi Meditasyonlar’ın amaçlarından birinin doğrudan ele alacağımız konuya işaret etmesidir. Nitekim birinci meditasyonun başında Descartes, “Tanrı’nın Varlığının ve İnsan Zihninin Bedenden Ayrı Olduğunun Kanıtlandığı Metafizik Üzerine…” (Descartes, 2019, 23) şeklinde bir ifade kullanarak bu eserin temel konularını açıklamıştır. Her bir meditasyon ele alınacak, gerekli yerlerde konunun anlaşılır kılınması için ayrıntıya yer verilecek ve Descartes’ın çeşitli eserlerine atıf yapılacaktır.

Birinci meditasyonda Descartes kuşku duyulabilir şeylere ilişkin bir araştırma yapmaya başlar. Çocukluğundan beri Descartes’a öğretilen şeylerin ne kadar şüpheli olduğunu ve bu şüphelerin giderilmesi için bilimlerde sağlam ve kalıcı bir yöntem inşa edilmesi gerektiği düşüncesini ortaya koyar. (2019, 23) Nitekim Descartes Felsefenin İlkeleri adlı eserinin ilk maddesinde hakikati arayan için hayatında bir kez olsun her şeyden şüphe etmesi gerektiğini söyler (Descartes, 1997, 23). Böylece ilk olarak bilme vasıtalarına yönelir. “Bugüne değin çok doğrudur diye kabul ettiğim ne varsa hepsini ya duyularımdan ya da duyularım aracılığıyla edindim, ama bunların zaman zaman beni aldattıklarını anladım. Sağduyuya göre de bizi bir kez aldatana da bir daha asla güvenmemeliyiz” (Descartes, 2019, 25). Sağduyu kavramı, Descartes terminolojisinde doğruyu yanlıştan ayırt eden yeti ve bu yeti herkeste eşit bir şekilde dağıtılmıştır (Descartes, 2013, 25). Ayrıca Descartes’ta sağduyu kavramı evrensel bilgeliğe de işaret eder.[1] Descartes bu sağduyudan kaynaklı tavırdan hareketle her şeyden şüphe eder.

Öncelikle Descartes şahit olduğumuz her şeyin birer rüyadan ibaret olduğunu düşünür. Sonuçta ben rüyada gördüğüm şeyleri, uyanık olduğumu sandığım zamanlarda da görmekteyim. Söz gelimi, şu an bir filozof üzerine yazı yazıyorum ve o yazıları yazdığımı hissediyorum. Aynı şekilde bu durum rüya gördüğüm vakitte de söz konusu olabilir. Yani benim rüya da olmam ile uyanık olmam arasındaki farkı ortaya koyabilecek keskin bir ayrım noktam yok. Descartes bu durumu şöyle dile getiriyor:

“Meseleye daha dikkatli bakınca, uyanıklığı uykudan ayıran öyle bariz işaretler olmadığını açıkça görüyorum. Öyle şaşkınım ki, bu şaşkınlık neredeyse uyuyor olduğumu sanmamın doğru bir şey olduğuna beni ikna edecek” (2019, 26).

“Bütün bir yaşantımız niçin sürekli bir düş olmasın?” (Cevizci, 2010: 303)

Burada şuna dikkat edilmeli; evet ben rüya görüyorum fakat gördüğüm rüya nesnelerinin bir gerçekliği olması gerekir. Çünkü benim zihnimde nesneye ait bir görüntü olmadan ben o nesneyi hayal edemem. Yani duyumsanabilir şeylere ilişkin görmüş olduğum rüyanın nesnelerinin muhakkak bir varlığa sahip olması gerekir.

İkinci olarak Descartes, aldatıcı bir Tanrı olduğunu, hiçbir şekilde onun yeryüzü, gökyüzü, yer kaplayan cisimler, biçimler, büyüklük yer gibi şeylere sebebiyet vermediğini ama hepsini bana varmış gibi gösterdiğini düşünür (Descartes, 2019, 28). Oysa Tanrı özü gereği iyiydi ve iyi olan bir Tanrı’nın benim ara sıra yanılmama izin vermesi muhaldi. Belki de beni aldatan kötü bir cin var ve iki ile üçün toplamının yirmi üç edecekken bu kötü cin bana bu rakamların toplamının beş ettiğini söylüyor ya da karenin dört köşesi olduğu düşüncesi yine bu kötü cinin beni aldatması olabilir. Bu şüphe ile Descartes iyice doğrudan uzaklaşmaktadır (Cevizci, 2010: 304).

Birinci meditasyonda kısaca Descartes’ın şüphe yöntemi ele alındı. Burada ele alınması gereken önemli sorunlardan biri de Descartes’ın neden böyle bir yöntemi, gerçeği aramak için seçtiğidir. Çünkü bu yöntem ile Descartes nihayetinde açık ve seçik yargılara ulaşacaktır. Kısaca bunun da üzerinde durmak gerekir.

Giriş bölümünde ele aldığımız üzere 17. yüzyıl, çeşitli felsefi ve bilimsel gelişmelerin yaşandığı bir yüzyıldır. Bu dönemde felsefe ve bilim iç içe girmeye başlarken diğer taraftan da felsefe ve bilimin konuştuğu yerde dinin de birtakım önermeleri vardır. Ancak burada sorun aklın ve deneysel metodun döneme hakim olması ile birlikte dini önermelerin itibarı sarsılmış, insanlar ise neyi bilgi olarak kabul edeceği noktasında şüpheye düşmüştür. Ayrıca daha önceki septik düşüncelerden kaynaklı şüphe, insanların düşünce dünyalarında yer etmeye başlamış, hatta edebi eserlere de yansımıştır. Descartes, adı bilinmeyen, Jean Silhon olduğu tahmin edilen kişiye, dönemin septik tavrına dair bir mektup yazmıştır:

“(…) Septiklerin, varlığı kesin olan maddi hiçbir şey olmadığını göstermek için öne sürdükleri en güçlü argümanları enine boyuna açıklamam gerekirdi. Aynı zamanda okuru, duyularla algılanan şeylerden düşüncelerini koparmaya alıştırmış olurdum; sonra da bir kimsenin maddi olan her şeyden kuşkulanması halinde bile onun yine de kendi varlığından hiç kuşku duyamayacağını göstermiş olurdum” (Clarke, 2016, 211).

Descartes, felsefe okumayan Fransızların septik düşüncenin şüphesine düşmemeleri için Yöntem Üzerine Konuşma adlı eserini Fransızca yazar. Hatta görünüşte septik tavrı destekleyici bir argüman ortaya koyduğu anlaşılsa bile; onun amacı Fransızları bu kuşkucu düşüncelerden onların tavrıyla cevap vererek uzak tutmaktır (2016, 212). Ayrıca o dönemde Pyrrhonculuğun Ana Çizgileri adlı kitabın yayınlanması, filozof ve teologların birbirinin düşüncelerini çürütmek adına bu kitaptan yararlanmaları; hem Katolik takipçilerin hem de Kalven takipçilerinin imanlarının sarsılmasına yol açtı (2016, 215). En nihayetinde böyle bir yöntemin seçilmesi, Descartes’ın yaşamış olduğu dönemde kuşkuculuk tavrının kendisine cevap verilmesi gereken yaygın bir düşünce olmasından kaynaklanmaktadır.

Descartes’ın neden şüphe yöntemini felsefi düşüncesini inşa etmek için kullandığı sorusu açıklanmıştır. Aslında şunları da eklemek mümkün: Dönemin septik tavrı insanlar arasında o kadar yayılmaya başladı ki, kendilerine, ortaya atmış oldukları düşünceleri çürütmek üzere yanıt verilmesi gerekiyordu. Nitekim bu yanıtı verenlerden biri de Descartes’ın en yakın mektup arkadaşlarından biri olan Mersenne’dir.

İkinci meditasyonda Descartes, zihnin bedenden daha kolay bilinebileceğine dair bir çıkarım yapar ve bunu akıl yürütmelerle ispatlar. Bu akıl yürütmeleri birince meditasyonda yapmış olduğu şüphelenebilir şeyler üzerinden gerçekleştirir ve kendine şu soruyu sorar:

“O halde gördüğüm her şeyin sahte olduğunu varsayıyorum, yalancı hafızamın sunduğu hiçbir şeyin asla var olmamış olduğuna ve hiçbir duyumun olmadığına inanıyorum; cisim, biçim, yer kaplama, hareket ve yerde birer masal canavarı. Peki, hakiki olan ne? Belki de sadece şu: Hiçbir şeyin kesin olmaması. Ama şimdi sıraladıklarım dışında, bende en ufak kuşku uyandırmayacak başka bir şeyin olmadığı ne malum?” (Descartes, 2019, 33).

Bütün bu var olanlar bir hayal ürünü olabilir, yahut kötü bir cin tarafından bana öyle gösteriliyor olabilir, ya da belki de Tanrı beni ara sıra yanıltıyor olabilir. Diğer taraftan bu saydıklarımın hiç birisi var olmayabilir. Ancak ben bir şeyin farkındayım.  Ben bir şeylerden kuşku duyuyorum ve bunun bilincindeyim.  O zaman aldatıcı istediği kadar aldatsın, ben bir şey olduğumu düşünüyorsam; “O halde her şeyi yeterince ve dikkatlice gözden geçirdikten sonra şu önermeyi, yani “Benim, öyleyse varım,” önermesini ne zaman dile getirsem ya da zihnimden geçirsem, bunun zorunlu olarak doğru olduğunu kabul etmeliyim (2019, 34). Ayrıca bir şeyden emin olmak için benim neye ihtiyacım var? Burada olduğu gibi açık ve seçik[2] olarak algıladığım her şeyin doğru olduğunu kabul etmeliyim (2019, 48). Yine Descartes düşünen bir varlık olarak Ben’in varlığını Felsefenin İlkeleri’nin yedinci maddesinde:

“Kendilerinden en ufak bir biçimde kuşkulandığımız her şeyi bu şekilde yanlış göreceğimiz gibi aynı zamanda geri de çevirebileceğimizi varsayarken, ne Tanrı, ne gök, ne de yerin var olmadığını ve bir bedenimizin de olmadığını kolayca kabul ediyoruz; Ancak aynı bicimde tüm bu şeylerin gerçeğinden kuşkulanırken var olmadığımızı varsayanlayız. Çünkü düşünen nesnelerin, düşünürken gerçekten var olmadığım kavramak bize o denli aykırı geliyor ki, en şaşılası varsayımlara karşın şu “düşünüyorum, o halde varım” sonucunun doğru olduğuna ve bunun, düşüncelerini bir sıra içinde yönlendiren ve yöneten bir kimseye görünen ilk doğru sonuç olduğuna inanmaktan kendimizi alıkoyamıyoruz” (Descartes, 2007, 53-54) olarak ele alır. Descartes böyle bir akıl yürütmeyi zihnin bedenden daha kolay bilinebileceğini gösterme adına yapmış ve bunu yine aynı meditasyonda bal mumu örneğiyle daha anlaşılır kılmaya çalışmıştır. Balmumu örneğini kısaca ele almak gerekirse; bir balmumunu erittiğimizde geriye ondan sadece yer kaplaması kalır. Yani duyumsadığımı sandığım renk, koku, his, görü, ve ses artık eriyen o balmumunda yok. Yine de ben bu balmumundan bahsedebilir miyim? Ya da balmumunu erittiğimde onun yer kaplaması artar ve ben tam olarak duyum ile bir balmumunun varlığını bilemem. Bu şey gibi; dışarı baktığınızda üzerinde elbise giyinmiş birçok insan gördüğünüzü sanırsınız; oysa insan olduklarını nereden biliyoruz? Belki onlar yürüyen makineler. Ama benim zihnim onların insan oldukları yargısına varır.

Bundan mütevellit ben ancak balmumunu zihnimle açık olarak bilebilirim.[3] İkinci meditasyonda Descartes, zihnin bedenden daha rahat bilinebileceğini açıkça ortaya koyar ve bizim altıncı meditasyonda ele alacağımız zihin-beden ayrımı konusuna dolaylı olarak işaret eder.

Üçüncü meditasyona baktığımızda ise Descartes, Tanrı’nın varlığına ilişkin argüman ortaya koyar. O’nun Tanrı’nın varlığına ilişkin yapmış olduğu bu kanıtlama daha önce Ortaçağ’da dile getirilmiş ontolojik kanıtlamadır. Kısaca bu argümana göre, “(…) benim sonsuz, sınırsız, her şeyi bilen, her şeye kadir ve kendinden başka var olan her şeyin yaratıcısı olan yüce Tanrı’yı anlamamı sağlayan fikir, kesinlikle kendi içinde, sonlu tözleri temsil eden fikirlerden daha fazla nesnel gerçeklik taşır” (Descartes, 2019, 56). Bir başka deyişle zihnimde var olan idelere ya da fikirlere ilişkin nesnelerin bir geçekliğe sahip olmaması düşünülemez. Burada şunu ayırt etmek gerekir: Zihnimin üretmiş olduğu birtakım var olması muhal canlıları imgelemimin üretmesi onların salt bir varlığa sahip olduğu anlamına gelmez. Fakat bu yaratığın parçalarının bir gerçekliği olmadan da zihin onu düşünemez. Burada kendi daha az yetkin olan şeyin gerçekliği, kendi en mükemmel olan bir varlıktan daha gerçek olamaz ya da en mükemmel olan yalnızca düşüncenin bir ürünü olamaz.

“Bir şeyin hiçlikten çıkması mümkün değildir ve daha yetkin olan şey, yani kendi içinde daha fazla gerçekliği olan şey, daha az yetkin olandan çıkamaz. Bu çıkarım sadece fiili ya da biçimsel gerçekliğe sahip sonuçlar bakımından değil, aynı zamanda tek nesnel gerçekliğe sahip oldukları düşünülen fikirler bakımından da tartışılmaz doğrudur” (2019: 57).

Üçüncü meditasyonda Descartes Tanrı’nın varlığına ilişkin argüman üretirken daha ayrıntılı birtakım akıl yürütmeler ortaya koyar. Fakat bu metnin temel meselesi bu olmadığından oradaki tartışmanın ayrıntılarına girilmemiştir.[4]

Dördüncü meditasyonda önermelere ilişkin doğru veya yanlış yargılarımız tartışılmıştır. Zaten daha önce üçüncü meditasyonda bu doğruluk ve yanlışlık yükleminin yalnızca yargılara has olduğu söylenilmiştir (2019, 52). Burada daha çok doğru ve yanlış yargıların nereden kaynaklandığı ele alınmaya çalışılmıştır. Herhangi bir önermeye ilişkin yanlış yargının Tanrı’dan mebni olmadığı; insanın doğasında var olan noksanlıktan kaynaklandığı, ayrıca insanın Tanrı’dan aldığı doğruyu ayırt etme yetisinin kendisinde sonsuz olmadığından kaynaklandığı ifade edilmiştir (2019, 77). Ayrıca şu önemli ayrıntıda gözden kaçırılmamalıdır: Descartes’ın düşüncesinde “(…) yanlış, salt bir olumsuzlama değildir, daha çok bir şekilde bende olması gereken bir bilginin yokluğu ya da yoksunluğudur” (2019, 77). Burada diğer yandan Descartes, kavrama yetisi ve irade kavramlarını ayrıntılı bir şekilde ele alır. Nitekim yanlışların kaynağının sorgulanması sürecinde insanın yapıp etmelerini etkileyen temel olgulardan ikisi de zihnin fonksiyonları olan kavrama ve irade yetisidir.  Burada şunu da ayrıca ifade etmek gerekir: Hata yapmayı istememize karşın neden hata yaparız? Çünkü irade ya da istenç alanımızın anlayış ya da kavrama alanından daha geniş olmasından kaynaklanır. Yani anlayışın bilgisi sınırlıdır fakat iradenin istenci bir yönden sonsuzdur (Descartes, 2007, 73). Burada konu Descartes’ın ele aldığı şekliyle ayrıntılı olarak tartışılmamış sadece işaret edilmiştir. Bunun sebebi daha önce de söylenildiği gibi, yazıda esas ele alınması gereken konunun daha kompleks hale getirilmemesi içindir.

Beşinci meditasyonda maddi şeylerin özü ve yine Tanrı’nın varlığının delilleri konusu ele alınmıştır. Tanrı’nın varlığının burada tekrar ele alınması; maddi şeyleri bilmenin imkanının onun varlığına dayanmasından kaynaklanmaktadır. Bu meditasyonda maddi şeylerin özünün ne olduğuna daha ayrıntılı bakacağız. Nitekim üçüncü meditasyonda Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanlar ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Gerekli görüldüğü yerde bu argümanlara atıf yapılacaktır.

Descartes burada ilk olarak Tanrı’nın varlığına ilişkin uslamlama ortaya koyar. Bu akıl yürütmeye göre öz ve varoluş meselesi üzerinden yine Tanrı’nın varlığı kanıtlanır. Şöyle ki, benim bir dağ hayal etmem doğal olarak akla vadiyi de getirir. Yani ben dağı vadisiz ya da vadiyi dağsız düşünemem. Ama ben onlar arasındaki bu zorunlu ilişkiden hareketle onların zorunlu olarak var olduğunu söyleyemem. Böyle bir zorunluluk söz konusu değildir. Ancak Tanrı söz konusu olduğunda onun varoluşunu özden ayrı düşünmem onun doğası gereği muhaldir. Dolayısıyla Tanrı vardır (Descartes, 2019, 92). Descartes maddi şeylerin özü ve onların bilinebilmesini Tanrı’nın varlığına bağlı kılmıştır. Buna ilişkin Descartes: “(…) başka her şeyin kesinliğinin bu gerçeklik üzerine kurulduğunu o kadar iyi görüyorum ki, bu olmadan herhangi bir şeyin tam olarak bilinmesi asla mümkün değil.” ifadesiyle Tanrı’nın varlığının bilgisinin, ancak her şeyin bilgisini mümkün kıldığını göstermektedir. Artık Tanrı’nın bilgisi sağlandıktan sonra “açık ve seçik şekilde anladığım şeylerin de doğru olmak zorunda olduğunu anlamış bulunuyorum” (2019, 97).

Descartes’ın daha önceki meditasyonlarda dolaylı olarak işaret etmiş olduğu nesneye ilişkin imgenin zihinde varoluşu; o nesnenin gerçekliğinin en azından bize yer kaplayan; derinliği, uzunluğu ve genişliği olan bir olguya götürür. Bir başka deyişle maddi şeyin özünün burada yer kaplama olduğunu söyleyebiliriz.

Buraya kadar şu değerlendirmeyi yapmak gerekir: Birinci meditasyonda gerçeği bulmak için her şeyden şüphe etmemiz gerektiği; ikinci meditasyonda, bu şüpheden hareketle zihnin doğasının ne olduğu ve zihni tanımanın bedeni tanımaktan daha kolay olduğu; üçüncü meditasyonda, Tanrı’nın varlığına ilişkin argümanlar; dördüncü meditasyonda önermelere ilişkin yargılarımız olan doğru ve yanlışın ne olduğu; beşinci meditasyonda ise, maddi şeylerin özü ve yine Tanrı’nın varlığına ilişkin kısaca birtakım açıklamalar yapılmıştır. Bunun yapılmasının sebebi zihin beden ayrımını daha iyi kavramak ve neden Descartes’ın böyle bir ayrıma gittiğini görmektir. Altıncı meditasyonda bu metnin ana konusunu oluşturan zihin beden ayrımı ele alındığı için burada çok daha kapsamlı açıklama yapılmaya çalışılacaktır.

Yazının bu kısmında yukarıda takip edilen şeklinden biraz daha farklı bir yöntem tercih edilerek Descartes’ın neden zihin ve beden olmak üzere iki ayrı tözü tercih ettiğine dair bir değerlendirme yapılacaktır. Ardından altıncı meditasyon ele alınacak; zihin ve beden arasındaki ilişki, Descartes’ın Duygular ya da Ruh Halleri adlı eserinden esinlenerek açıklanacaktır. Son olarak, çağdaş felsefede zihin beden ayrımı nasıl ele alınmaktadır? Kısaca buna değinilecektir.

Descartes her ne kadar 17. yüzyılda aklı merkeze alan bir felsefi sistem ortaya koysa da sonuçta Katolik bir Hristiyan’dır. Hristiyan düşüncesi, Tanrı’nın, ruhu ölümsüz bir şekilde yarattığını ileri sürmektedir ve Tanrı ruhları yok etmeyi düşünse bile bu onun açısından anlamsızdır. Ayrıca Tanrı’nın ruhu ölümsüz bir şekilde yarattığı düşüncesi Descartes’ın sekiz yıla yakın eğitim gördüğü Cizvit Koleji’nde de hakim bir görüştür. Bu görüşü rasyonel zeminde temellendirmeye çalışan düşünürler olmakla birlikte, diğer yandan bu konunun iman meselesi olduğunu söyleyip; teslimiyetçi bir tavırla kabullenilmesi gerektiğini savunanlar da vardır. Descartes ise ruhun ölümsüzlüğü fikrini rasyonel zemine yerleştirmeye çalışan en önemli filozoflardan biridir (Clarke, 2016, 216-217).  Aslından bunun neden böyle olması gerektiğini Paris İlahiyat Fakültesi’ne yazdığı mektupta açıkça belirtmektedir:

“Tanrı ve ruha dair sorunları, her zaman teolojiden ziyade felsefenin delilleriyle kanıtlanması gereken iki önemli sorun olarak değerlendirmişimdir zira her ne kadar bizim gibi inançlı kişiler için Tanrı’nın varlığına ve insan ruhunun bedenle birlikte ölmediğine iman yoluyla inanmak yeterli olsa da, inançsızları bu iki şey konusunda öncelikle doğal akıl yoluyla ikna etmedikçe herhangi bir dine, hatta neredeyse herhangi bir ahlaki erdeme inandırabilmek, doğrusu hiç de olası görülmüyor” (Descartes, 2018, 27).

Burada Descartes’ın zihin beden ayrımını biraz daha farklı değerlendiren Clarke’ın fikrine de yer vermek gerekir. Clarke’a göre Descartes, böyle bir ayrımı mutlak anlamda ortaya koymamış; dönemin bilimsel verilerinden hareketle “1641’de, zihinsel etkinliği bedensel olaylarla açıklamak imkansızdı” (Clarke, 2016, 236) şeklinde değerlendirmiş ve Descartes nazarında bu düşüncenin gelişen bilimle değişebileceğini ileri sürmüştür. Diğer yandan entelektüel dürüstlüğe uygun olanın, zihinsel etkinliğin fiziksel hareketlerin sonucu olamayacağını kabul etmektir. Hatta daha da ileri gidip şu ifadeyi de kullanmaktadır: “(…) Descartes’a göre, ruhla bedenin ayrı olduğu sonucu, geçici ya da koşullu bir iddiaydı” (2016, 236).

Burada kanaatimiz Clarke’ın bu iddiasına katılmamaktan yanadır. Descartes felsefesinde bir şeyi bilmek; onu açık ve seçik olarak bilmeyi gerektirir. Açık ve seçik olarak bilmek ise, nesnenin algısının dikkatli bir zihne kendini sunması ve açması; açık olarak bilinebildiğini, diğer yandan nesne yalnız açık olarak anlaşıldığı şekliyle diğerlerinden farklı olması, seçik olduğunu gösterir (Kambouchner ve Buzonz, 2012, 13). Descartes, felsefesinde nesnenin bilgisini Tümdengelimsel bir tavra bağlamaktadır. Yani az önce ifade ettiğimiz, açıklık ve seçiklik ilkesini temel ilke olarak kabul edip, bu ilkeden hareketle bilgi meşru kılınmaktadır. Dolayısıyla orada muğlaklık değil, mutlaklık söz konusudur. Clarke’ın iddia ettiği şekliyle zihin beden ayrımı muğlak değil, aksine mutlaktır ve Hristiyan teolojisine de uygundur. Aslında Descartes bunu Paris İlahiyat Fakültesi’ne gönderdiği mektupta açıkça ifade etmektedir. Mektubun tamamı okunduğunda daha net anlaşılmakla birlikte, kısa bir pasaj aktarmayı düşüncemizi destekler mahiyette olduğu gerekçesiyle gerekli görmekteyiz: “(…) nihayet diğer tüm insanlar da bu kadar çok tanıklık karşısında Tanrı’nın varlığından ve insan ruhu ile beden arasındaki gerçek ve hakiki ayrımdan şüphelenmeye cesaret edecek hiç kimse kalmayacaktır” (Descartes, 2018, 32).[5] Nihai olarak, Descartes’ın düşüncesi Clarke’ın iddia ettiği şeklinden uzaktır.

Takip ettiğimiz yol üzere, bu çalışmanın ele almaya çalıştığı 6. Meditasyonda söz konusu olan; “Maddi şeylerin varoluşu ve zihin ile beden arasındaki gerçek ayrım” (Descartes, 2019, 100) ele alınacaktır. Descartes ilk olarak salt anlama ile hayal etme yetisi arasında ayrım olduğunu; bu ayrımı iki farklı matematik nesne üzerinden göstermektedir. Buna göre, insan zihni üçgen söz konusu olduğunda, herhangi bir çabanın içine girmeden üçgeni anlar. Yani gözünün önüne üç kenarlı bir şekil gelir. Diğer taraftan bin kenarlı bir şekli düşündüğümde ona dair bir düşünce oluşturabilirim fakat onu anlamak için zihnimin bir çaba göstermesi gerekir ve hatta üçgeni anladığım gibi açık bir şekilde bin kenarlı şekli anlayamam. Onu düşünmeye başladığımda gözümün önüne bulanık bir şekil gelecektir ama tam olarak bin kenarlı bir şekil mümkün değildir. Dolaysıyla burada anlama ile imgelem arasındaki ayrımı çizmek gerekir. Diğer taraftan anlama doğrudan zihnime içkin bir etkinlik iken, imgelem yetisinin var olması zorunlu değildir. Nitekim imgelemin kaynağı salt benim düşüncem değil, dış dünyada var olan cisimlerdir (Clarke, 2016, 100-103). Aslında Descartes’ın böyle bir ayrıma gitmesinin sebebi; maddi dünyanın varlığını göstermektir. Yukarıda da ifade ettiğim gibi imgelemin kaynağı üzerinden bunu yapmaya çalışacaktır.

İmgelem ya da hayal etmenin imkanının salt benim düşüncemden kaynaklanması mümkün değildir. Böyle bir şeyin olabilmesi için zihnim nesnelerin idesine ya da fikrine ihtiyaç duyacaktır. Ayrıca hayal etmenin sağlanması için en başta duyumsama gerekir. Duyumsama dediğimiz şey benim irademden bağımsız, ben de kendi fikrini zorunlu olarak oluşturmaktadır. Ben nesneye maruz kaldığımda, duyumsamama gibi bir tercihi seçemiyorum. Ya da herhangi bir duyumsama gerçekleşmediği takdirde ben nesneye ilişkin bir şey algılayamam. Buradan, duyumsadığım şeylere ait fikirlerin bana ait olmadığını; dolayısıyla ben dışında başka bir şeyden kaynaklandığını çıkarsarım (Descartes, 2019, 106). Peki bu ben dışında var olan şey nedir? İmgelem ve duyumsama yetileri insan zihninin bir fonksiyonudur. Ancak ben onlar var olmadan da anlayabilirim. Fakat düşünen ben olmadan onlar anlaşılamazlar. Dolayısıyla bu iki edim, bir nesnenin ilineklerinin, o nesneden ayrı olduğu gibi, benden ayrıdır. Birtakım başka yetilerde vardır: yer değiştirme ve şekil değiştirme yetisi gibi. Descartes bu iki yeti için şöyle bir açıklama yapar:

“Bu yetilerin, tıpkı önceki yetiler gibi, içkin oldukları bir töz olmadan anlaşılmayacaklarını, dolayısıyla onsuz olamayacaklarını da görüyorum. Ama şu da açıktır ki, eğer bu yetiler gerçekten varsa, cismi olan ya da yer kaplayan bir tözde içkin olmalılar, düşünen bir tözde değil. Çünkü bu yetilerin açık ve seçik bilgisi belirli ölçüde bir yayılım içerir, ama hiçbir şekilde düşünce içermez” (2019: 111).

Duyumsama ve imgelem dediğimiz eylemin imkanının, maddi şeylerin varlığı olduğu; diğer taraftan mezkur alıntıdan hareketle bu maddi şeylerin özünün yer kaplama olduğu anlaşılmaktadır. Daha önce düşünen benin varlığını gösteren Descartes, burada da insanın yer kaplayan yanını göstermekte ve insan doğasına ilişkin Descartes, gemi kaptanı metaforundan esinlenerek insanın doğasının, kaptanın gemiyi idare ettiği şekliyle olmadığı; ruh ile bedenin birbirine kenetlenmiş bir yapıda olduğu, yani birbirine içkin bir doğaya sahip olduğuna işaret etmektedir.

“Çünkü böyle olmamış olsaydı, düşünen bir varlıktan başka bir şey olmayan ben, bedenim yaralandığında bir acı hissetmezdim, salt zihinsel olarak yaralandığımı algılardım, tıpkı bir denizcinin gemisindeki herhangi bir hasarı gözüyle görerek algılaması gibi. Benzer şekilde bedenim yemek ya da içmek istediğinde, ben bunu açlık ve susuzluk hislerimi hiç birbirine karıştırmadan bariz şekilde anlardım. Çünkü ne de olsa bu açlık, susuzluk, acı ve benzeri hisler zihnin bedenle birleşmesinden, yani kaynaşmasından doğan bir takım bulanık düşünme biçimlerinden başka bir şey değil” (2019: 114).

Buraya kadar maddi şeylerin var olduğu, özlerinin düşünce olduğu ve ruh ile bedenin insan doğasında birbirine içkin olduğu gösterilmiştir. Descartes’ın düalist töz anlayışına daha çok itiraz edilen yan ise; nasıl oluyor da özü düşünce olan ruh, sonlu, parçalanabilir ve özü yer kaplama olan maddi şeyleri etkileyebilmektedir?

Burada ruhun nasıl etkilediğini görmek için ruhun bedenle kenetlenmiş yapısının nasıl olduğu ve ruhun merkezinin neresi olduğunu ele almak gerekir. Descartes Duygular ya da Ruh Halleri adlı eserinin 30. maddesinde “Ruh bedenin tüm azalarına sımsıkı kenetlenmiştir” (Descartes, 2015, 67) ifadesini ele almaya çalışır. “Bunun nedeni bedenin bir bütün olması ve organlarının terkibi bakımından herhangi bir şekildi bölünemez oluşudur. Yani bedenin bir parçası kesildiğinde ruhun küçülmesinin söz konusu olmamasından, ama bedenin organlarının terkibi bozulduğu anda onun da bedenden tümüyle ayrılacak olmasından” (2015, 67-69). Ruh ve beden birbirine kenetlenmiş durumdadır. Ruh insan bedenine kenetlenmiştir ancak işlevlerini yerine getirdiği yer beyindir. Bunun beyin olarak seçilmesinin sebebi, bedende herhangi hissi duyumsadığımda, aslında bu duyumsamamın merkezinin sinirler aracılığıyla beyin olduğu görülecektir. Ruh, beyinde bulunan, gudde olarak adlandırılan ya da epifiz bezi olarak da bilinen kozalaksı bir yapının içerisinde işlevini yerine getirmektedir. Bu guddenin yapısını Descartes:

“Çok küçük bir tür gudde bu, beyin dokusunun ortasına yerleşmiş ve beynin ön kavuklarındaki zerrelerin arkadaki zerrelerle iletişimini sağlayan kanalın üstüne öyle asılmış ki, şöyle hafifçe kımıldadığında o zerrelerin yönünü fazlasıyla değiştirebildiği gibi, karşılığında o zerrelerin yönünün hafifçe değişmesi bu guddenin hareketlerinin de fazlasıyla değişmesine neden oluyor” (2015, 71).

şeklinde tanımlar ve ardından ruhun ana merkezinin gudde olduğunu nasıl bilebildiğimizi, insanın iki gözü, iki kulağı, iki eli olduğu, sonuçta dış duyu organlarımızın çift olduğu; ancak bizim tek bir şeye ilişkin basit bir yargıda bulunmamız gerektiği; bunun da ancak iki göz, iki kulak ve iki elden gelen iki izlenime sahip duyu verilerinin ruha ulaşmadan tek bir nesneye indirgenerek ulaştırılması ile sağlanacağını da açıklamaktadır (2015, 71-73).

Ruh, bu ana merkezden insan bedenini nasıl etkilemektedir ve bedeni nasıl harekete geçirmektedir? Burada ilk olarak bedenin hareketinin kaynağının sadece ruh olmadığını, ruhun etkisi olmadan bedenin hareket edebilmektedir. Bir arkadaşımız bize vurmak için elini kaldırdığında ve eli gözümüzün önünden geçtiğinde, insan bedeni refleksif olarak düşünmeden göz kapaklarını kapatacaktır. Hatta o kişinin bize asla zarar vermeyeceğini bilsek bile insan bedeni böyle bir hareketi sergileyecektir. Burada gözleri kapama hareketinin nedenini sorguladığımızda karşımıza iradenin çıkmadığı açıktır. İrade edimi ruhun temel edimlerinden biridir ve özünde düşünce vardır. Fakat burada iradeden bağımsız beden hareket etmektedir (2015, 43-45).

Ruh bedeni nasıl harekete geçirir? Ruhun asıl meskeni beynin ortasında bulunan guddedir. Ruh buradan bedenin her yerine zerreler[6] ve sinirler vasıtasıyla ışık saçar, ha bir de bu zerrelerin izlenimine katılıp onları atardamarlar yoluyla tüm organlara kan vasıtasıyla (2015, 75). Descartes daha açık bir şekilde ruhun bedeni hareket ettirmesini şöyle açıklamaktadır:

“İncecik sinir tellerimiz bedenin tek tek her yerine öyle bir yayılmıştır ki, duyulur nesneler oralarda ne zaman farklı farklı hareketlere yol açsalar, onlar da beynin gözeneklerini farklı farklı açarlar ve böylece beynin kovuklarında bulunan hareket ettirici zerrelerin değişik şekillerde kaslara girmesine neden olurlar. Bu saye de uzuvlar da hareket edebilecekleri her şekilde hareket edebilirler. Dahası zerreleri değişik şekillerde hareket ettirebilecek her türlü neden, onları bu şekilde çeşitli kaslara götürmeye yeter” (2015, 75).

Bir başka deyişle, herhangi bir uzvumuzu harekete geçirmeyi düşündüğümüzde, ruh, canlı zerreciklerini o uzvun kaslarına gönderir ve o kasın harekete geçirilmesini sağlar. Söz gelimi parmaklarımı farklı farklı harflere karşılık gelen tuşlara basmak için ruh, guddede bulunan canlı zerreciklerini parmaklarıma göndererek onların harekete geçmesine sebep olur. Ayrıca burada iradeli eylem de gözlemlenmektedir.

Duygular ya da Ruh Halleri adlı eserde bizim burada göstermeye çalıştığımızdan çok daha ayrıntılı bir şekilde ruh beden ilişkisi ele alınmıştır. Ayrıca bu ilişkiye sebep olanlar ve sonuçları da ayrıntılı bir şekilde tartışılmıştır. Ancak bizim değerlendirme konumuz olan ruh ve bedenden müteşekkil ikili töz anlayışı ve birbirlerini nasıl etkilediği meselesi yeterince izah edildiği için bu kadarı ile iktifa edilmektedir.

Son olarak çağdaş felsefede, söz konusu düalist anlayış nasıl ele alınmaktadır? Bu meseleye kısaca, Yale Üniversitesi’nde Profesör Paul Bloom’un açık ders notlarından ve Tübitak’ın e- dergisinde İnci Ayhan’ın makalesinden esinlenerek anlaşılır kılmaya çalışılacaktır.

Paul Bloom dersin giriş kısmında Descartes’ın düalist anlayışının ne olduğunu anlatır. Onun insan davranışı anlayışı ve şüphe yöntemi üzerinden düalist düşünceyi temellendirdiğini söyler. Bu düalist tavrın da insanların çoğunda yerleşik bir tavır olduğunu ifade eder. Bu önermeye ilişkin bir deneyden bahseder ve Tanrı’ya inananların yüzde doksan altısının öldükten sonra cennete gireceklerine dair dönüt alır. Diğer yandan Yahudilik inancına mensup insanlara aynı deney yapıldığında sonuç benzerdir. Oysa Yahudilik inancında ahiretin mahiyeti hakkında net bir tavır yoktur. Ayrıca daha ilginç bir deney ise, aynı tavır Tanrı’ya inanmayanlarda da söz konusudur. Yani birçoğu öldükten sonra cennete gireceklerini düşünmektedir (Bloom, 1-4).

Sonrasında Paul Bloom bilimin verileriyle bu ayrımı ele alarak şu ifadeleri kullanır:

(…) bilimin bu konudaki ortak görüşü düalizmin yanlış olduğudur. Bedeninizden ayrı olan ya da ayrılabilen bir “sen” yoktur. Özellikle de, beyinden ayrı bir “sen” yoktur. Ya da bilişsel bilimcilerin, psikologların ve sinirbilimcilerin dediği gibi “zihin beynin yaptığıdır”. Yaptığı hesaplamalar bilgisayarın işleyişini nasıl yansıtıyorsa zihin de beynin işleyişini yansıtır (Bloom, 2007, 4).

Yani, bilinç, duygular, seçimler ve ahlak da dâhil bütün zihinsel yaşamın beyin aktivitesinin ürünü olduğuna dair bilimsel bir görüş birliği vardır (Bloom, 2007, 5). Yani insan edimlerinin kaynağı; zihinde birtakım kimyasal tepkimelerden oluşan uyarımlar sonucunda, insan eylemi kompleks belirlenmişlik içerisinde gerçekleşir. Özgürlük bir yanılsamadır. Paul Bloom’un yapmış olduğu bu açık dersin başında, Harikalar Diyarındaki Alice’den yaptığı alıntı; “sen bir sinir hücresi sürüsünden başka bir şey değilsin” ifadesi olayı daha anlaşılır kılmaktadır. Paul Bloom bu derste ayrıntılı bir şekilde beynin işlevini ve sinir hücrelerinin nasıl iş gördüğüne dair ayrıntılı bilgi vermektedir. Bizim konumuz açısından ayrıntıya girilmeyecektir. Ancak dersin sonunda ifade ettiği:

“Bu gerilimle birlikte, üç seçenek vardır. Bilimin zihne dair görüşlerini reddetmeyi seçebilirsiniz. Çoğu insan bunu yapar. Düalizmi kabul etmeyi seçip, beynin zihinsel yaşamdan sorumlu olduğu düşüncesini reddedip, bilimsel bir psikoloji vaatlerini de reddedebilirsiniz. Diğer yandan, bilimsel bakış açısını kabul edip, bu hümanist değerleri reddedebilirsiniz. Bazı psikologlar ve filozoflar bunu yapar ve özgür irade, sorumluluk, ruhani değer ve içsel değerlerin birer yanılsama; modern bilimle birlikte ortadan kalkmış bilim öncesi kavramlar olduğunu öne sürebilirsiniz. Ya da bunları bir araya getirebilirsiniz. Zihne dair bilimsel bakış açısını, korumak istediğiniz bu hümanist değerlerle birleştirebilirsiniz” (Bloom, 2007, 12-13).

açıklama, çağdaş felsefede zihin beden düalisti  söz konusu olduğunda, net bir tavrın hala sergilenmediğini gösterecektir. Aynı şekilde İnci Ayhan’da bilincin deneyimine dair yazmış olduğu makalede bilinç işleyişinin insan beyninde nasıl olup bittiği ve bu işleyişi birtakım sinir hücrelerine bağladığını ifade etmektedir. Ancak makalede en dikkat çekici yan:

“Biyolojik işleyişlerden öznel deneyimlerin nasıl doğduğu sorusu bugün yaşam bilimlerinin yanıtını aradığı belki de en zor sorudur. Şimdilik hiçbir kuram, beynimizdeki sinirsel etkinlik ve öteki biyolojik işleyişlerden yola çıkarak kırmızı bir elmayı nasıl kırmızı algıladığımızı ya da ateşin derimize değdiği an acıyı nasıl hissedebildiğimizi tam olarak açıklayabilmiş değil. Yalnızca deneyimleyen kişiye özgü bu his ve algıların niteliğini tanımlayabilmek olanaksız. Örneğin, önümüzdeki iki kırmızı nesnenin aynı renkte olup olmadığına ilişkin bir yorum yapabiliriz. Ancak kırmızının farklı tonlarını eksiksiz, nesnel olarak tanımlayamayız” (Ayhan, 2009, 32).

Descartes, insanın doğasından ve şüphe yönteminden esinlenerek zihin ile bedenin farklı iki töz olduğu ve birbirinden ayrı olduğunu göstermiştir. Ancak hem yaşadığı dönem hem de günümüze kadar gelen süreçte Descartes’ın bu ikili töz anlayışına itiraz getirilmiştir. Bu ikili töz konusuna getirilen en önemli itirazlardan biri de; nasıl olurda ölümsüz, özü düşünce olan ruh, sonlu ve özü yer kaplama olan maddi şeyleri etkilemektedir.  Descartes özellikle Duygular ya da Ruh Halleri adlı eserinde bu soruna ilişkin cevap vermiştir ve bu cevabı verirken ayrıntılı bir şekilde insan doğasını da işlemiştir. Descartes’ın böyle bir tavrı sergilemesi, açık bir şekilde Paris İlahiyat Fakültesine yazmış olduğu mektupta belirtilmektedir. Bundan mütevellit burada Clarke’ın iddia etmiş olduğu bu ayrım konusu, Descartes nazarında, sınırları çizilmiş net bir tavır sergilemediğine dair yapılan yorum tutarsızdır.

Çağdaş felsefe ve bilimde konu çok kısa ele alınmasına rağmen, açık bir şekilde düalist tavır dinamikliğini sürdürmektedir. Bilim her ne kadar bu olup bitenlerin kompleks yapıya sahip insanı, sinir hücrelerinin etkileşimine indirgese de sağduyu daha çok düalist tavırdan yanadır.

 

 

 

KAYNAKÇA

Cevizci, Ahmet. Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınları, 2015.

Clarke, Desmond M. Descartes. İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2016.

Descartes, Rene. Meditasyonlar. çev. Engin Sunar İstanbul: Say Yayınları, 2013.

Descartes, Rene. Meditasyonlar. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Alfa Yayınları, 2019.

Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri. çev. Mehmet Karasan. İstanbul: M.E.B Yayınları, 1997.

Descartes, Rene. Felsefenin İlkeleri. çev. Mesut Akın. İstanbul: Say Yayınları, 2007.

Descartes, Rene. Yöntem Üzerine Konuşma. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013.

Descartes, Rene. Duygu ya da Ruh Halleri. çev. Çiğdem Dürüşken. İstanbul: Alfa Yayınları, 2015.

Kambouchner, Denis – Buzons, Frederic de. Descartes sözlüğü. çev. Murat Erşen.   İstanbul: Say Yayınları, 2012.

Russ, Jacqueline. Avrupa Düşüncesinin Serüveni. çev. Özcan Doğan. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2019.

Makaleler

Ayhan, İnci. “Bilinç ve Bilinçli Deneyimin Doğası”. Bilim ve Teknik Dergisi 478 (2009): 28-33.

Ders Notları

Bloom, Paul. “Ders: 2. Bu Senin Beynin” Psikolojiye Giriş, çev. Hakan Çetinkaya. (2007): 1-13. Erişim için: https://acikders.tuba.gov.tr/file.php/120/Lectures/2.html

 

 

 

[1] Descartes’ın Seneca’ya ait bir terim olan sağduyudan (bona mens) anladığı, doğru kullanıldığında insanları bilgeliğe, yani doğru bilginin sonucuna ulaştıracak olan yargı gücüdür. Kendi terminolojisindeyse sağduyu, evrensel bilgeliktir. Bkz. Rene Descartes, Yöntem Üzerine Konuşma, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2013) 25, Notlar: 1.

[2] Açıklık ve seçiklik gerçeğin (vrai) belirtileridir. İlkelere göre, bir algı (perception), dikkatli bir zihne kendini sunduğu ve belli ettiğinde açıktır ve kuşku götürmez bir yargıya yol açar; algı, kendinde mutlak surette sadece açık olanı barındıracak derecede diğerlerinden farklı ve kesin olduğunda ise seçiktir. Böylece, bir algı seçik olmaksızın açık olabilir, ama açık olmaksızın seçik olamaz. Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Denis Kamboucher, Frederic de Buzons, Descartes Sözlüğü, Çeviri: Murat Erşen (İstanbul: Say Yayınları, 2012) 13-15.

[3] Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Rene Descartes, Meditasyonlar, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Alfa Yayınları, 2019) 41-47.

[4]  Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Rene Descartes, Meditasyonlar, Çeviri: Çiğdem Dürüşken (İstanbul: Alfa Yayınları, 2019) 56-74.

[5] Ayrıntılı Bilgi İçin Bakınız: Rene Descartes, Meditasyonlar, Çeviri: Engin Sunar, (İstanbul: Say Yayınları, 2018) 27-32.

[6] Descartes burada zerre derken canlı zerreciklerini kastetmektedir. Yani O’nun terminolojisine göre spirutus animales’tir. Bunları modern anlamda sinir sinyalleri olarak anlamak da mümkündür (2015: 353) 9. Not.

YAZAR BİLGİSİ
Burak Ayaz
Burak AYAZ, Eylül 1997’de Tuzla’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Darıca’da tamamladıktan sonra Düzce’de İngilizce hazırlık okuyup üniversite eğitimine bir yıl ara verdi. Daha sonra 2017 yılında Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne geçti. Dördüncü sınıf öğrencisi olarak eğitimini sürdürmektedir. Çocukluğunda nesnelerin isimlerinin nereden geldiği sorusu O’nun hayatını felsefeye yönlendirmiştir ve MozartCultures Felsefe kategorisinde yeni bir yazar olarak yazma etkinliğini sürdürmektedir.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.