Modernitenin Bilimi

21.07.2019
Modernitenin Bilimi

 

Bireyle toplum arasında diyalektik, karşılıklı olarak birbirini etkileyen bir yapı vardır. Toplum bireyi şekillendirirken, birey de toplumun içindeki yelpazeyi oluşturur, çeşitliliği yaratır.
Tanrılar, soylular ve üst kademe askerler dışındaki geniş kesimlerin hiçbir hakkının, gücünün olmadığı feodal dönemde, bireyden söz etmek oldukça güçtür. Bu doğrultuda bakıldığında feodal dönem; sınıf geçişkenliğinin olmayışı, her bilginin ve toplumsal hayatın dini kurumların hegemonyası altında olması, kan ilişkisine ve fiziksel güce dayanan hayat bağlılıkları gibi etkilerle insanları mistik ve din-merkezli dünya okumalarına sevk etmekteydi. Bireyin olmadığı, tebaalardan oluşan feodal düzen, gerçek anlamda bir toplumun oluşumunu da önlemekteydi.
Rönesans, Reform ve Aydınlanma dönemleriyle birlikte, Avrupa’da gelişen burjuvazi, bu toplumsal yapıyı zorlamaya ve yeni arayışlara girmeye başladı. Bu değişen dönemin bir ürünü olan modernitenin algısı; toplumdaki bütün bireylerin bir özne, bir eyleyici olduğuydu. Bu dönemle birlikte soylular ve tanrılar dışındaki “sıradan” insanların da hayatlarının bir değeri olduğu fark ediliyordu. Bu insanlar, modernitenin gelişimiyle birlikte ilk defa romanlara konu olmaya veya siyasette söz söyleyebilmeye başlıyordu. Geçmiş dönemin algıları modernitenin insan-merkezli dünya okumasıyla sarsılıyordu.
Fransız Devrimi modernitenin yükselişindeki ilk büyük patlamaydı. Siyasi bir bilinçle Bastille Hapishanesi’ni basan halk, aristokrasiyi radikal bir biçimde iktidardan indiriyordu. 18. yüzyılın sonlarında başlayan Sanayi Devrimi’nin yarattığı dönüşüm de eklenince, toplum yapısı artık önceki dönemden keskin bir kopuş içerisindeydi. İşçi hareketleri, ulusal hareketler, liberal hareketler ve kadın hareketleri toplumsal hayata aktif biçimde müdahale etmeye çalışırken bunların karşısında eski düzenin muhafazakar tepkileri de siyaset alanının geri kalan kısmını oluşturuyordu.
Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’yle birlikte çeşitli hak ve özgürlükler, halkların mücadeleleri sonucunda kazanılmış, anayasalarla ve örgütlenmelerle güvence altına alınmıştır. Bu süreç, bütün kurumlarıyla devleti ve devlet-toplum ilişkilerini modernleştirmiş ve sekülerleştirmiştir. Tabii ki, bu süreç hep dalgalı seyretmiş, sokaklar ve meydanlar siyasetin doğal bir mecrası haline gelmiştir.
Bu süreçte Sanayi Devrimi’nin ilerleyişi ile birlikte, birçok yeni iş kolu doğmuş, çok sayıda insan çok farklı işler yaparken, birbirinden bağımsız yaşayamayacak hale gelmiştir. Temelinin işçi sınıfına dayandığı, üretimle pazarın aynı yerde birleştiği kentler, bu modern dönemin ürünleridir. Dolayısıyla her kent, o ülkenin modernleşme sürecinin izlerini taşır.
Kentler elektriğin de gündelik hayata dahil olmaya başlaması ile fiziksel olarak, ancak 18. yüzyıldan beri düşünsel olarak aydınlanmanın başladığı yerler ola gelmiştir. Bu aydınlanma ve modernitenin kentlerde yayılmaya başlaması, Berman’ın dediği gibi “daha fazla ışık, daha fazla gölge” yaratmıştır.
Ancak, ışığın iç diyalektiğine uygun biçimde, ışığın olmadığı yerde gölge olmadığı gibi, ışık arttıkça gölge de artmıştır. Toplumda görünen şeylerin yeterli bilgiyi verme gücü azalmış, bu gölgelere dair bilgi üretme ihtiyacı doğmuştur. Marx’ın da dediği gibi bilim görünen ardındaki görünmeyeni anlamak içindir. Bu anlamda, sosyolojinin toplumsal alanda anlam verilemeyen şeyleri anlamak için, özellikle kentlerde, bir araç olarak doğmuş olması tesadüf değil, modernitenin bir sonucudur.
Modernitenin birey toplum ilişkileri ve bu ilişkinin yaşandığı mekan üzerindeki ilişkide, sosyolojinin iki temel eğilimi vardır. İlki iktidarların toplumsal hareketleri anlamlandırabilmesi ihtiyacına bir yanıt üretmek isteyen Comte gibi klasik pozitivistlerdir. Bu yaklaşım, bireyi ve toplumu kontrol edilmesi ve denetlenmesi gereken bir olgu olarak ele alır. İkincisi ise, Marx’ın da dahil olduğu, bilimsel yaklaşımın toplumsal kesimler tarafından kullanılmasını amaçlayan yaklaşımdır. Pierre Bourdieu, sosyolojiyi bu yaklaşımın bir ürünü olarak ele alırken “Sosyoloji bir dövüş sporudur.” der. Toplumun politika, siyaset, tarih, ideoloji gibi konularda bir yaklaşım kazanması ve bilgi edinmesini, kendisini düzenin saldırılarından koruyabilmesi için oldukça önemli bulur.
Sosyolojinin bu iki genel eğilimi yöntemden tekniklere, kaynaklardan amaçlara kadar sosyolojinin bütün öznelerini ve ilgililerini kapsayan, hala canlı ve en geniş ayrımı olmaya devam etmektedir.
Kaynakça
Berman, Marshall (2017) Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları, 19. Baskı
Hobsbawm, Eric (2016) Devrimler Çağı, Dost Kitapevi, 8. Baskı
Sociology is a Martial Art, (2014) https://vimeo.com/92709274
Willliams, Raymond (2018) Modernizmin Siyaseti, İletişim Yayınları, 1. Baskı

YAZAR BİLGİSİ
Alp Tanlası
Alp Tanlası 1997 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Kadıköy Lisesi'nden mezun olduktan sonra Yeditepe Üniversitesinde Sosyoloji ile Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerini okudu, şuan İstanbul Üniversitesinde Siyaset Bilimi Yüksek Lisans programında. Okuma ve yazmaya ek olarak dövüş sporlarını, araba sürmeyi sever. Siyaseti "sevilmemesi gereken" ama içinde bulunulması gereken bir faaliyet olarak değerlendiriyor. Siyasal Katılım konusunda çalışıyor ve veri bilimi öğrenmek istiyor.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.