Ölümün Yasaklanması: Gelenekselden Moderne Ölümün Serüveni

Ölümün Yasaklanması: Gelenekselden Moderne Ölümün Serüveni

Geleneksel Ölüm ve Modern Ölüm

Geleneksel toplumlarda ölüm; evlerde kalabalık, hazırlıklı ve normal algılanan bir şekilde yaşanmaktadır. Ölüm haberi, papazların görevlendirmiş olduğu hekimler tarafından hem ölmekte olan kişiye hem de ailesine ulaştırılmaktadır. Böylelikle ölecek olan kişi, evde kendi yatağında ölümü beklerken ölüme karşı hazırlık yapabilmektedir. Sevdiği insanların ve hekiminin desteğiyle birlikte ölüme hazırlanan birey, kendi ölümünün yasına ortak olabilmektedir.

19. yüzyıl öncesi dönemde tıbbın daha paternalist bir tutumu olmasından mütevellit ölümcül bir hastalığa yakalanan insanlar, ölüme giden yolculuklarının son anına kadar bir hekim tarafından destek almıştır. Ölüm, hastanın kendi evinde ve kendi yatağında yaşandığı için yabancı olmamıştır. Mezarlıkların genellikle evlerin bahçesine yapılmasından dolayı ölen kişinin cansız bedeni, yaşayanların bakışları önünde toprağa gömülmektedir. Geleneksel toplumlarda ölüm, bahçede koşup oynayan çocukların aşina olduğu, yasaklanmamış sosyal ve kültürel bir gerçekliktir.

19. yüzyıl ve sonrasında modern bir görünüm kazanan ölüm, tıbbileştirilerek hastane yataklarına kapatılmaya başlamıştır. Önceden hazırlık yapılan, üzerine konuşulan ve çoğul olarak yaşanan ölüm, modernleşerek âdeta kaçılması gereken bir hortlağa dönüşmüştür. Ölümün dışlanması; anti-aging (yaşlanma geciktirici), diyet, spor ve beslenme gibi faaliyetler aracılığıyla sağlıklı olma prototipi ile meşru hale getirilmiştir. Sağlığın ticarileşmesine yol açan bu durumlarla birlikte hastalar, sağlık hizmetlerinden faydalanan müşteriler haline gelmiştir. Modern tıp, ölümü sağlıksız olmak ile eşdeğer görmüştür, aynı zamanda sağlıklı bireylerin daima genç, fit ve yaşamsal fonksiyonları işlek bedenlerde olması gerektiğini ifade etmiştir. Esasında ölüm, modernlikle birlikte sosyal hayattan dışlanmış, hastane yataklarına hapsedilmiş ve böylelikle yalnızlaştırılmıştır.

Hastanelerin ölümü devralmasıyla birlikte, son nefesini hastane yatağında veren hastaların yattığı yataklar hiçbir zaman boş kalmamaktadır. Devridaim misali ölenin ardından bir yenisi gelmektedir. Hastanın yakınları ölünün cansız bedenini teslim alırken bir nevi mekanik bir sürece tabi olmaktadır; eskiden kalabalık, ev içinde ve âdeta bir ritüel olarak yaşanan ölüm sürecinin tam aksine, her şey aniden olup bitmektedir. Modern ölüm, ani olması sebebiyle modernliğin hesaplanabilir aklına ters düşen bir kutsal olarak addedilmiştir. Ölüm, hastane yataklarından morglara ve oradan da şehrin dışındaki mezarlıklara postalanan bireysel bir sürece dönüşmüştür.  Ölen kişinin ailesi dahi ölünün cansız bedenini görmeye tahammül edememektedir. Ölüm, tüm varlığıyla gündelik hayatın dışında konumlandırılmış ve insanlar ölüme “bakamaz” olmuştur. Böylelikle gönülden ırak tutulan ölümün gözden de ırak tutulduğu söylenebilir.

Ölümün Suskunlaştırılan Bir “Öteki”ye Dönüşmesi

Foucault’ya göre, toplumda bazı yasak mekânlar vardır ve bunlar norm dışı kabul edilir. “Heterotopya” olarak adlandırılan bu mekânlar, iktidarın kontrol aygıtlarından biridir. Heterotopyalar, ilksel toplumlarda daha çok ritüelistik olan pratiğin dışına çıkanın cezalandırıldığı bir formdayken modernlikle birlikte normdan sapmaların kapatıldığı bir forma bürünmüştür. Bu doğrultuda bir hastane için modern ölümün, kaçılan ve “o geldiğinde ben yokum denilen bir durum olarak kapatıldığı mekânlardan biri olduğu yorumu yapılabilmektedir. Ölüm, normdan sapma olarak kontrol altına alınması gereken bir durummuş gibi algılanması neticesiyle, tıbbileştirme pratikleri içerisinde bir heterotopya örneği olan hastanelere kapatılmıştır. Ölümün ne zaman gelip bulacağı bilinmeyen bireyler, heterotopyalar içerisinde bedenleri bir makinaya bağlı, tüm duyuları kapalı ve hiçbir şekilde hareket edemez hâlde, ölüm gelip onları bulmasın diye yaşatılmaktadır.

Modern toplumlarda biçim değiştiren ölüm, ontolojisi nedeniyle formunu korusa da susulan ve sakınılana dönüşmesi bakımından yası tutulmayandır. Modern bireyler, ölenin ardından yas tutmamaktadır. Ölenin ardından yas tutmak ve ölümü konuşmak anormal olarak algılanmaktadır. Bu bağlamda, kayıplarının ardından ölümü uğurlayan geleneksel topluma ait insanların daha sağlıklı bir süreçten geçtiği yorumu yapılabilir. Modern toplumlarda, ölüm süreci bir süreç olmaktan çıkarılıp oldubittiye getirilmektedir. Kayıpların ardından tutulan yas süreci, modern ölümde gidenin yerinin doldurulmaya çalışıldığı bir arayışa dönüşmüştür.  Tüketim kültürü hem bu arayışı dindirmek hem de yaşamın ölüme gidişini engellemek adına girişilen yaşam koçları, fitness uygulamaları, estetik gibi doğru ve sağlıklı yaşam pratikleri üretmiştir. Bireyler, ölümün ne kadar ani ve yakın olduğunu her gördükleri an, o yakınlığı uzak kılmanın yollarını bu pratikler üzerinden karşılamaya çalışmaktadır.

İnsanın varoluşunu ilgilendiren bir mesele olarak ölüm, Antik Yunan’dan Orta Çağ’a ve modernlikten post-modernliğe korku verici olmuş ancak hiçbir zaman durdurulamamıştır. Ölüm kabulü, inkâr edilen bir gerçeklik olarak hakikatini korumuştur. Modernlik, her şeyi metalaştırdığı gibi ölümü de tıbbi hizmetler içerisine dahil edip hastaları kendisine bağımlı bir hâle getirerek ölüm algısını sağlıklı yaşam pratikleri içerisinde metalaştırmıştır. Her hasta, bir tüketici konumunda olduğu için ölümler, hizmetlerin hitap ettiği statülere göre farklı yaşanmaktadır. Bu durum ölümün bireyselliğini/özerkliğini meşrulaştırmaktadır. Bireyselleşen ölüm, tüketicilerin bütçelerine, sosyal statülerine ve hayatta kalabildikleri zamanın yönetimine bağlı olarak ertelenmek istenir.

Sonuç olarak, yeterince ertelenemeyen, bir gün ansızın geleceği korkusu hissedilen ve Berman’ın (2008) deyimiyle, “katı olan her şeyin buharlaşıp uçtuğu” dünyada ölüm, hakikatini hiç kaybetmemiş olmasından dolayı sevilmemektedir. En nihayetinde üzeri çizilen, artık konuşulmaktan korkulan ve anormalleştirilen ölüm, modernliğin bakışını kaçırdığı damgalı bir ötekiye dönüşmüştür.

 

Yazar: Dilara Aydın
Editör: Ece Günen

KAYNAKÇA:

  • Ariés, P. (1991). Batılının Ölüm Karşısında Tavırları. Ankara: Gece Yayınları.
  • Bauman, Z. (2000). Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
  • Berman, M. (2008). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor.  Altuğ, Ü. ve Peker, B. (Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
  • Özarslan, A. D. (2017). Ölümün Tıbbileşmesi ve Heterotopya Olarak Yoğun Bakım Ünitesi. MSGSÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 1(15), 30-44.
  • Ünal, M. S. (2011). Zamansız Ölüm: Geleneksel ve Modern Toplum Karşıtlığında Ölümün Yeri. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi11(2), 121-133.

GÖRSEL KAYNAKÇA:

 

YAZAR BİLGİSİ
Dilara Aydın
Dilara Aydın, 1998 yılında İzmir'de doğdu. 2016 yılında Namık Kemal Üniversitesi Sosyoloji Lisans programından mezun oldu. Bakırçay Üniversitesinde yüksek lisansına devam ediyor. Doğayı ve yolda olmayı seven gezgin ruhlu biri. Sosyoloji, felsefe, yeni medya ve sanatın her alanına bir şekilde tesir etmekten keyif duyar. Sosyoloji ve yeni medya alanında kendisini geliştirmek isteyen Dilara, MozartCultures ekibinde yazar olarak yer alıyor.
YORUMLAR

  1. Deniz Martin dedi ki:

    Merhaba, çok güzel bir yazı. Teşekkürler.
    Katı olan her şey buharlaşır Marx’ın çok ünlü bir sözüdür. Berman da kitabının isminde Marx’tan esinleniyor.

    1. Dilara Aydın dedi ki:

      Evet orjinali Marx’a ait, teşekkürler yorumunuz için 🙂