Bir Toplumun Biyografisi: Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?

Bir Toplumun Biyografisi: Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?

Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? adlı film, ilk olarak 1999 yılında, senaryosunu Yılmaz Erdoğan’ın yazdığı bir tiyatro oyunu olarak seyirciyle buluşmuştur. Filmin başrolünde Demet Akbağ yer almış ve canlandırdığı Gülseren karakterini kendisine has yorumlayarak müthiş bir oyunculuk sergilemiş ve Afife Jale Tiyatro Ödülleri[1]’nde “Yılın En Başarılı Müzikal ya da Komedi Kadın Oyuncusu” seçilmiştir.

Senaryonun sahibi Yılmaz Erdoğan, yıllardan beri bu oyunu filme dönüştürmek istediğini fakat bu filmi çekmenin ciddi prodüksiyon gerektiğini belirtmiştir. Prodüksiyon süreci dijital yayın platformu Netflix tarafından çözülünce Yılmaz Erdoğan, senaryoyu günümüze uyarlamak için 2020 yılında hazırlıklara başlamıştır.

Senaryo 20 yıl sonra tekrar yazıldığı için Yılmaz Erdoğan belli yerleri değiştirerek filmi, günümüze başarılı bir şekilde uyarlamıştır. Tiyatro oyununda Gülseren bir spikerle röportaj yapıyorken, filmde spikerin yerini bir YouTuber almıştır. Peki, bu film bize ne anlatmaktadır?

1999 yapımı – Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? oyunundan bir sahne

Filmin Konusu

Filmde, konakta yaşayan bir ailenin başından geçen olaylar evin kızı Gülseren üzerinden aktarılmaktadır. 1951 yılında doğan Gülseren ile film, izleyiciye 5 farklı dönemi anlatmaktadır. Süper zekâ olan ve 4 basamaklı sayıları bile kafasından çarpabilen Gülseren, ateş böcekleriyle konuştuğu için “Deli Gülseren” olarak anılmaktadır.

Kısaca filmde, çocukluğunda hocalarına sorduğu farklı sorulardan dolayı okuldan atılmış, gençliğinde dönemin koşulları yüzünden yanlış bir evlilik gerçekleştirmiş ve kocasından zekâsı yüzünden dayak yemiş ve dul kalmış, âşık olduğu adamın ölümüne şahit olmuş, toplum tarafından dayatılan ahlak ve görgü kurallarını sorguladığı için deli diye anılmış, annesi tarafından hiçbir zaman sevgi görmemiş, tek dostu babası ve ateşböcekleri olan Gülseren ve Türk toplumundaki tüm Gülserenlerin hikâyesi anlatılmaktadır.

Yılmaz Erdoğan, bir röportajında Gülseren karakteri için şöyle söylemektedir:

“Toplumda bence çok sayıda Gülseren var. Bizim gibi. Onların gölgede kalmışlarını temsil ediyor aslında. Yani potansiyelinin karşılığını bulamamış her kadın benim için bir Gülseren.”

BUNDAN SONRASI “SPOILER” İÇERMEKTEDİR.

Film, Türkiye’nin farklı dönemlerini -1950, 1960, 1970, 1980, 1990, 2000 ve günümüze kadar olan zamanı- toplumun deli olarak gördüğü başkarakter Gülseren’in fotoğraf albümü üzerinden aktarmaktadır. Yılmaz Erdoğan aynı zamanda bir şair olduğu için filmde kısa, tek cümlelik şiirler bulunmaktadır.

1950’ler

“Ateş böcekleri ilk o zaman ortaya çıkmış diyorlar.”

Gülseren, Kasım 1951’de doğmuştur. Dönem, izleyiciye pankartta görüldüğü üzere “Lüküs Hayat” filminin afişiyle gösterilmektedir. Bu dönemde ülkede anti-komünizm hareketleri vardır. Polis, dernek ve örgüt gibi yerlere baskın yaparak komünizm aleyhtarı herkesi tutuklamaktadır. Gösterilen gazetede Nazım Hikmet detayı dikkat çekmektedir. Usta şair 1951’de Moskova’ya kaçmış ve aynı sene vatandaşlıktan çıkarılmıştır. İşte Gülseren böyle bir zamanda dünyaya gelmiştir.

Doğduğu konakta Cumhuriyetçi bir baba, komünist bir amca, dindar ve muhafazakâr bir dayı, hafız bir hala ve toplumsal normlara göre hareket eden bir anne vardır. Burada bütün bu karakterlerin özenle seçildiği görülmektedir. Hepsi birer kesimi temsil etmektedirler.

Baba Nazif, ailesini eski şaşalı günlerine döndürmek için memuriyetini bırakıp, ticarete atılarak iğde satmaya başlamıştır.

1960’lar

“Bana bir üçgenin iç açıları toplamını sordu, ben de ‘Hocam bir insanın iç acıları toplamı kaçtır siz ondan haber verin’ deyince delirdi.”

Bu dönemde, baba-kız ilişkisi ve Gülseren’in okul hayatı anlatılmaktadır. Okulda hocalarına sorduğu sorular ve yüksek zekâsı, öğrenim hayatının sonunu getirmiştir. Babası Nazif Bey çağırılarak Nazi Bey’e Gülseren’in okuldan atıldığı bildirilmiştir. Babası, annesinin aksine bu durum karşısında pek sinirlenmemiş hatta dondurma ile bunu kutlamıştır. Bu sahne, babasının Gülseren’in en yakın arkadaşı olduğunu gördüğümüz sahne olması nedeniyle önemli bir sahnedir. Gülseren’in hayattaki bir diğer dostu ise ateş böcekleridir. Gülseren, hayatta her bocaladığında destekçisi olarak gördüğü dostları ateş böceklerine koşmaktadır.

1970’ler

“Kadın olmak bir ceza mı baba?”

O dönemde belli yaşa gelmiş her kız çocuğu gibi Gülseren’e de görücü gelmiştir. Fakat o, zekâsıyla bu durumun üstesinden gelmiştir. Kız isteme sahnesinde isimlerle yapılan pazarlık kısmı Yılmaz Erdoğan’ın diğer filmlerindeki şaka tarzını yansıtmaktadır.

Babasıyla konuştuğu sahnede, kadınların toplumdaki yeri hakkında babasıyla konuşması enteresan bir diyaloga yol açmaktadır. Yazar, yine izleyiciye mesaj vermektedir:

“Bu ülkede neden zekâ hep dayak yer? Ciddiyete iman etmişiz. Nerde görsek öldürüyoruz; neşeyi, sevinci.”

Gülseren yine toplum nazarında bocalamıştır ve bu durumlarda sürekli yanında olan ateş böcekleri eşliğinde babasıyla dans etmektedir. Annesi, ateş böcekleri yüzünden kızının bir hocaya gösterilmesi gerektiğini düşünmektedir. Hoca tarafından nazar çıkarma sahnesinde, paragöz ve sahtekâr hocalara bir gönderme yapılmıştır.

Pankartta Yılmaz Güney’in, 1967 yapımı “Hudutların Kanunu” filmi görülür. 1967-1968’lere gelindiğinde babası iğde işini batırıp tuz işine girmiş ve onu da batırarak iflas etmiştir. Bu iflas, hayata umut dolu bakan babasının yavaş yavaş çöküntüye uğramasına ve sonunda vefat etmesine yol açmıştır. Bir çarşamba günü, Gülseren’in ağzından babasının vefat ettiği şöyle aktarılır:

“Biliyordum, başından beri biliyordum. Nereden biliyordum bilmiyordum ama, biliyordum işte. Olsa olsa bir çarşamba günü olurdu bu. Zaten hep daha bir yalnız uyanmışımdır çarşamba günleri. Ne olacağı belli olmayan bir haftanın tam ortasında. Yapayalnız.”

Ve Gülseren yine dostu olan ateş böceklerinin yanına koşar. Ateş böcekleri bu sefer Gülseren’e görünmezler ve Gülseren, babasıyla son bir veda konuşması yapar. Babasını uğurladıktan sonra tanrıyla konuştuğu o meşhur tirat sahnesi gelir:

“Tanrım seninle biraz konuşmak istiyorum. Yalnız Türkçe konuşabilir miyiz? Üzgünüm ben Arapça bilmiyorum da. Kürşat Dayım senin yalnızca Arapça bildiğini düşünüyor ama sen bizim tanrımızsın ve bütün dilleri bilirsin. Tanrım ben babamı yanına alışın konusunda konuşmak istiyorum, kızmazsın umarım. Çünkü senin bu çeşit konuşmalardan hoşlanmadığını söylüyorlar ama bu işte biraz aceleci davranmadın mı? Babam biraz daha bizimle kalabilirdi bence ama onu yanına aldığına göre bir bildiğin vardır mutlaka. Tanrının neyi niçin yaptığına aklımız ermezmiş bizim, öyle diyorlar. Senin adına konuşan ne çok insan var, hiç dikkatini çekti mi? Yani çekmiştir mutlaka da… “

Tanrım ona iyi bak olur mu? Biliyorsun o ticaretten anlamaz. Kendisi mutlaka aksini iddia edecektir ama sen yine onu ticari bir işte kullanma. İyi bir memurdur aslında, masa başı bir iş verirsen mutlaka başarılı olacaktır. Özür dilerim tanrım, işine karışıyor gibi oluyorum ama… Tanrım, o çok iyi bir insandı ve herhalde onu cennetine alacaksın. Bu da benim bir daha onu göremeyeceğim anlamına geliyor. Çünkü ben deliyim ve cennete giremem herhalde. Çok uzattım biliyorum çok uzattım ama hemen bitiriyorum. Son olarak kendimle ilgili bir şey sormak istiyorum. Belki kızacaksın ama sormak zorundayım.  Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?” (Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? – Gülseren, 2021)

Ve Gülseren söylediği gibi yalnızlıkla tanışmıştır.

12 Mart Muhtırası Dönemi

“Madem ticaretten anlamıyorsun niye siyasete giriyorsun?”

Gazetelerde Deniz Gezmiş görülür. Bu dönemde, ülkede öğrenci hareketleri tam gaz devam etmektedir. Türkiye’de siyasi sebeplerden ötürü kardeş kardeşi katlederken diğer ülkeler, Ay’a kimin ilk çıkacağının yarışına girmişlerdir ve Ay’a ilk defa bu dönemde ayak basılmıştır. Gazetede dönemin olayları gösterilirken arkada devrimcilerin sembolü hâline gelmiş “Çav Bella” şarkısının çalması önemli bir detaydır.

Bu dönemi en iyi özetleyecek sahne, Veli’nin ölüm sahnesi olabilir. İnsanların -çoğunlukla öğrencilerin- birbirlerini “dava” uğruna vurdukları bu dönemde ülke, Gülseren gibi darmadağınık durumdadır. Halasının da evden ayrılmasıyla birlikte Gülseren, koca konakta tamamen yapayalnız kalmıştır.

1980’ler

“Bir sürgün, ülkesinin hapishanelerini bile özler.”

Gülseren, annesinin zoruyla bir kasapla evlenmiş ve zekâsı yüzünden insanlarla her zaman anlaşamadığı gibi, kocasıyla da bu yüzden anlaşamamıştır. Sonunda evine, elinde bavulu ve gözündeki morlukla dul bir kadın olarak döner. Durumu annesine anlatır fakat annesi kocasından dayak yemesinin normal olduğunu, bunun için eşinden ayrılmaması gerektiğini savunur. Yazının başında annesi için toplumsal normlardan kurtulamamış birisi olarak bahsedilmesinin sebeplerinden biri budur.

Öğrenci hareketlerinin ve sağ-sol kavgalarının sonucunda ordu yönetime el koymuştur. Kim olduğuna bakmadan insanları liste liste evlerinden toplamışlardır. Bu insanlara ne olduğu günümüzde dahi tam anlamıyla aydınlatılamamış bir mesele olarak kalmaktadır.

Gülseren, annesinden kurtulmak için işe girmeye karar vermiştir. İş görüşmesinde filmin yaratıcısı ve senaristi Yılmaz Erdoğan, ilginç patron tiplemesiyle görülür. Gülseren bir delikanlıya âşık olur. Meşhur pastane buluşmaları, gizli gizli el ele tutuşmalar gibi bize büyüklerimiz tarafından anlatılan o, herkesin anne ve babasından duyduğu hikâyeleri görme şansına erişiriz. Sevdiği adamı da kısa sürede kaybeden Gülseren, kısa süreli aşkını şu sözlerle tanımlar:

“Dündar, benim aşktan da hayattan da umudumu kesmeye başladığım bir sırada çıktı karşıma. Kısa bir öykü oldu ama çok güzeldi. Hani radyoda çok sevdiğin bir şarkıya denk gelir sevinirsin de tam sesini açtığında şarkı biter ya, öyle bir şeydi işte.”

 

Televizyon Kültürü

Televizyonun hayatımıza girmesinin, toplumdaki kültürün farklılaşması açısından önemi çok büyüktür. Eskiden insanlar, mahallesinde kimde televizyon varsa onların evine o günkü programı izlemeye giderlerdi. Bu durum, ilk bakışta komşuluk bağlarının geliştiğini düşündürse de dikkatli analiz yapıldığına tam tersi olduğu söylenebilir. Televizyon ile birlikte sosyal normlar değişmeye başlamış ve televizyon, sosyalleşme sürecinin en önemli aktörü hâline gelmiştir. Daha önce aile ve çevreden öğrenilen birtakım öğrenimler, televizyonda bireyin önüne çıkan program vasıtasıyla alınmaya başlanmıştır. Çoğu zaman aile üyeleri birbirleri ile konuşmaktansa televizyon izlemeyi tercih etmiş ve bu durum, aile içi iletişimi olumsuz yönde etkileyerek ebeveynlerin devraldıkları kültürü çocuklarına aktaramamaları sonucu yeni nesil, internet çağına girinceye kadar kültürü tam anlamıyla kavrayamamıştır. Televizyon, Türk kültürünün deyim yerindeyse Truva atıdır. Başta bir hediye gibi gözükmüş fakat ne olduğunu anlayıncaya kadar var olan kültürde tahribatlara sebep olmuştur.

Filmde de bu fikir desteklenmekte, televizyonun evrimiyle ilgili üç dönem gösterilmektedir. Televizyonlar siyah beyazdan, renkliye geçerken Gülseren ve annesinin hayatı renkliden, siyah beyaz tekdüzeye geçer. Yani televizyonun rengi ve hayatımızdaki önemi arttıkça hayat, renkliliğini kaybetmiştir.

 

2000’ler

2000’lere gelindiğinde Gülseren deli olduğunu artık kabullenmiş ve oturdukları konağı otele çevirmiştir. Televizyon izlerken büyülenen insanları bu büyüden kurtarmaya çalışır fakat bunu beceremeyince televizyonu kırmayı tercih eder. Bunun sonucunda annesiyle bir tartışmaya girerler. Gülseren tartışmayı annesiyle yapar fakat annesinin söylediği sözler, aslında toplumun ona söylediği sözlerden ibarettir. Bu kavganın sonucunda annesi vefat eder, Gülseren ateş böceklerine koşar ve onları da bulamaz. Artık tamamen yapayalnızdır. Film, Gülseren’in huzurevine gönderilmesiyle son bulur.

Değerlendirme

Filmde, toplum nezdinde “deli” diye bakılan Gülseren gözünden bir ülkenin biyografisi anlatılmaktadır. Deli olan Gülseren olmasına rağmen, bizce filmde aklı başında tek kişi Deli Gülseren’dir.

Gülseren, bir toplumun nasıl “deli”rdiğini kendi gözünden aktarır. Belki de zamanla kaybolan ateş böcekleri; bu insanların hoşgörüsü, samimiyeti, aşkı, sevgisi ve saygısıdır. Kısaca film, kendini kaybetmiş bir toplumun 50 yıllık biyografisidir.

Filmin İsmi Nereden Geliyor?

Filmin yaratıcısı Yılmaz Erdoğan, bir röportajında bu konuyla alakalı şöyle der:

“Karamsar olduğum bir günde, evimizin karşısındaki çalılıklarda bir şeyler gördüm. Gittim, bir baktım: Bizimkiler. Toplantılarına denk gelmişim. Ateş böceklerini görürsen artık moralin bozuk olamaz. Çünkü doğanın en büyüleyici gösterilerindendir. Bir ateş böceğini gördüğümüz anı unutmayız.”

Siz hiç ateş böceği gördünüz mü?

 

Yazar: Alpagut Aykut Tüzemen
Editör: Emine Türal

Dipnot

[1] Afife Tiyatro Ödülleri, tiyatro sahnesine çıkan ilk Türk kadın oyuncu Afife Jale anısına İstanbul’da 1996-1997 tiyatro sezonundan beri her yıl verilen sanat ödülleridir.

Kaynakça

Görsel Kaynakça

YAZAR BİLGİSİ
Alpagut Aykut Tüzemen
Alpagut Aykut Tüzemen, 1992 yılında dünyaya gelmiştir. Freelancer olarak 2D, 3D animation, motion design, character design alanlarında bir çok proje yürütmüş olan Aykut, bu alanlarda çalışmalarını sürdürmektedir. MozartCultures'ta genel yayın yönetmenliği başta olmak üzere birçok departmanda görev almaktadır.
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.