DİL, YORUM VE HUKUK ÜZERİNE

28.05.2020
DİL, YORUM VE HUKUK ÜZERİNE

Bu yazı üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm insan ve dil arasındaki ilişkiye değinme niteliğindedir, ikinci bölüm dil ve onu yorumlamamız açısından önemlidir ve son bölüm dili yorumlamanın hukukta ve doğal olarak günlük hayatımıza yansımasını ele almaktadır. Yazı boyunca yaptığım okumaları kısa bir şekilde derlerken tartışmalardan kaçındım.Eco’ya Richard Rorty ve JonathanCuller tarafından yöneltilen eleştirilere ve eleştirilere cevaba yer vermedim.

İnsan ve dil arasındaki ilişki insanoğlunun sosyal yaşamının ortaya çıkmasına dayanır. İnsan, etrafında olan biteni anlatma ihtiyacı hissetmiştir. İlk toplulukları düşünürsek aslında bu bir zarurettir. Eğer mevsimleri, doğal afetleri, hava durumunu tanımlayıpsizden sonraki bireylere aktaramazsanız tarım yapamazsınız ava çıkamazsınız ve aç kalırsınız. Bu ise kıtlık gibi topluluğun tamamını ilgilendiren tehlikelerle karşı karşıya kalmasına neden olur. Dilin gelişimi ise kültürle alakalıdır, sizden önce o toplumda yaşamış olan insanların karşılaştığı sorunlara ve deneyimlere bağlıdır. Örneğin Kuzey ülkelerinde avcılıkla uğraşan toplulukların havanın durumunu anlatmak için kullandıkları kelimler ile Ekvator bölgesinde avcılık yapan insanlara göre farklılık gösterir. Bu anlamda dil inşaîdir.İçine doğduğumuz toplum ve dil çevresi dünyayı nasıl tanımlarsa bizim ilişkimiz bununla sınırlanır.Günümüzde hepimizin etrafında benzer nesneler var. Benzer olay ve durumların içindeyiz, sokağa çıktığımızda yaşlı bir teyzenin marketten evine elinde poşetlerle dönüşünü görebiliriz. Duraklarda otobüs bekleyen insanları görebiliriz.Hepimiz için kendi varlığımız bir özneyi ifade eder. Maruz kaldığı dünya ise o kişi için nesneler bütünüdür. Hatta ve hatta etrafımızdaki insanlar bile bir anlamdabizim, yani özne, için bir nesneyi ifade eder. Dolayısıyla her ne kadar etrafımızdaki nesnelerin görünümü benzerse de biz özne için yaşattığı deneyim kesinlikle aynı değildir. Her bireyin dünya hakkındaki perspektifi biriciktir. Olaylar karşısında hissettiklerimiz, deneyimlerimiz farklılaşır. Bu ise öznenin içinde kendi dünyasını kurmasını sağlar. Hayatımız boyunca ilmek ilmek ördüğümüz “kendi dünyamız” ile başkalarının dünyası son derece farklılaşır. Bununla birlikte “dil” de farklılaşır. Daha doğrusu dilin her birey için olan anlamı farklılaşır. Her birey için dilin anlamı kendi deneyimleri çerçevesinde şekilleniyorsa biz günlük hayatta nasıl iletişim kurabiliyoruz? Karşınızdakinin söylediği şey kendi dünyasından, kendi deneyimlerinden gelmesine rağmen dinleyen için yarattığı etki yalnızca dinleyenin dünyasında karşılık bulur. Bu bağlamda kimsenin ne derecede anlaşıldığını kestirebilmesi mümkün değil. Anlaşılma hissini arttırabiliriz ancak kesinleştiremeyiz. Anlaşılmanın arttırılması ise dilin belli dinamiklerine dayanır. Her şeyden önce dil konvansiyoneldir. Yani uzlaşımsal, toplumun masayı masa olarak adlandırıp bunda mutabık olması işleri kolaylaştırır. Bu anlamda dil keyfidir, ertesi gün uyandığımızda masaya artık masa değil “saba” denilmesinde uzlaşırsak artık o “saba”dır. Masaya ilk defa masa diyen birinin olması önem arz etmez. Stoacılara göre söylenen şey ile söylenen şeyden anlaşılan arasında bir ayrım vardır. Söylenen şey ifadeler/seslerdir, söylenenden anlaşılan ise objedir yani lektondur. Lekton; ifadenin mânasıdır, zihinde bulunan karşılığıdır. Söylenen şey ile bu ifadeden anlaşılan şeyin farklı olması tarihte insanlık için bir sorun doğurmuştur. Bu sorun daha çok sosyal bilim ve doğa bilimlerini ilgilendirir, eğer ifade ile obje aynı şeyi anlatmıyorsa bir farklılık varsa evrensellik yitirilir. Ancak bilim alanında ideal olan evrenselliktir. Çin kültüründe yetişen bilim insanı ile Almanya’da yetişen bilim insanı belli konularda kesin yargıya varmalıdır. Aksi halde ilerleme yerelde kalarak çok daha yavaş olur. Bu ihtiyaca cevap veren şey göstergelerdir. Matematik dilinde bir formülün ifade ettiği şey ile karşıladığı şey arasında bir kesinlik mevcuttur. Kesinliğin bir şair için ne kadar korkutucu olacağını hayal edin. Bilim insanı bakımından kesinlik neyi ifade ediyorsa şair için de belirsizlik bunu ifade eder. Bir falcı belirsizlikten beslenirken bilim insanı için belirsizliğin ifadesi tam tersi niteliktedir.Bu bakımdan günlük hayatımızda kusurlu olan dil değil dilin mahiyetine ilişkin kavrayışımızdır. Kelimeler ile günlük hayattaki karşılıkları arasında hiçbir doğal bağ yoktur. İnsan zihninin yanlış yargıya varmasının temeli dildedir. Her insanın dili o insanın dünyasıdır. Dünya, insanların ona yükledikleri anlamdır. Gerek bu sebeple gerek dilin konvansiyonel olması sebebiyle dil sürekli değişim halindedir.Bağlamı önemlidir. Dil ile doğru anlaşılma her zaman sağlanamadığından tarihsel süreçte Locke, Bacon gibi bazı düşünürler dilin çok anlamlılığı dolayısıyla sorunların ortaya çıktığını belirterek bunu tedavi etme arayışı içine girmişlerdir. Adlar ve objeler birbirine rasyonellikle bağlanabilirse bu anlaşılmazlığın giderilebileceğini düşünmüşlerdir. Dile karşı açılan bu savaş evrensel ve ideal dil arayışını beraberinde getirmiştir. OrtaÇağ düşüncesinde Tanrı’nın mutlak dile hakim olduğu ve bu dili kullandığı düşüncesi vardı. Bu tarhisel süreci daha iyi anlamak adına Tanrı’nın sözü olan Kitab’ı Mukaddes’te dil ile ilgili Tekvin 11’e bakmak faydalı olacaktır.Başlangıçta dünyadaki insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı. Doğaya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya yerleştiler. Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim.” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım.” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.” Rab insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi. “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre, düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.” dedi.” Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.” Böylece Rab onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü Rab bütün insanların dilini orada karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı.Buradan da anlaşılacağı gibi Tanrı, insanlığı farklı dilleri konuşmakla lanetlemiş. Batıda OrtaÇağ boyunca “Tanrı dili” aranmış, bu dilin bulunması diplomatik ilişkiler açısından da gerekliliğini Otuz Yıl Savaşları ile hissettirmiştir. İlk dilin bulunamayacağı anlaşıldığında en az kusura sahip dili înşa etme amacı güdülmüştür. On yedinci yüzyılda bu çalışmaların sonucu olarak matematiksel dil ortaya çıkmaya başlamıştır. Sonuç olarak modern kusursuz dil arayışı, dinî bir arayışın sekülarizasyonudur.

Günlük hayatta konuştuğumuz dil, hukukî kararlar, kutsal kitaplar ve sair metinler yoruma açıktır.Eco’ya göre üç tür yorum amacı vardır: metnin niyetine, yazarın niyetine veya okurun niyetine ulaşmak.Esasen yorumun neden gerekli olduğu sorunu kutsal kitapların ortaya çıkışıyla ilintilidir. Kutsal kitaplar çeliştiklerinde bile hakikati söylemekteyse burada bir alegori olmalıdır, söylenenler göründükleri şeyden farklı bir anlama gelmelidir çünkü Tanrı çelişki barındırmamalıdır. Tanrı’nın buyruklarından ne anlaşılması gerektiği, neyin doğru olduğuna ulaşmak bir sorundur. İnsanlar yazarın -yani Tanrı’nın- niyetine ulaşmaya çalışmıştır. Bu meselenin çözüme kavuşması, insanların sonraki hayatlarında mutlak nihayete ermesi konusunda önemlidir.Bunun için mutlaka metnin yorumlanması gerekir. Yorum metinle ilişkilidir ve okuyucuya bağlı olduğundan sınırsız sayıda yorum ortaya çıkacaktır. Çünkü herkesin dil dünyası farklılık gösterir, yaşanmışlığı ve deneyim havuzu farklıdır. Örneğin bu en net şiirlerde görülür, şiiri okuyan iki bireyin çıkardığı anlam aynı olamaz. Aynı olduğu sanılabilir, yaklaşılabilir ancak kesinlik ifade etmez. Bir metni yorumlamak, sözcükleri yorumlayarak o sözcüklerin neden bu şeyleri değil de şu şeyleri yaptığını açıklamak demektir.Bu noktada karşılaşılan problem ise aşırı yorum problemidir. Metinlerde her şey ile her şey arasında belli bir bağlantı kurulması mümkündür. Bu görüşü en uç noktalara taşımak da olasıdır.Eco bu uç noktayı “paranoyak yorum” olarak adlandırmıştır. Örneğin şuan kurduğum cümlenin içinde kaplan ve kahve sözleri geçmektedir. Aralarındaki ilişki seviyesi en alt düzeyde olmasına rağmen aynı bağlamda kullanılabilirler. Bu ilişki seviyesinin azlığı çokluğu ile orantılı olarak aşırı yorum ve sağlıklı yorum değişkenlik gösterir. Paranoyak kişi ise “kaplan” ve “kahve” sözcüklerini bir araya getirmemde gizli bir amaç olduğunu düşünen kişidir. Paranoyak, bu örneğin ardında giz görür. Böyle bir durumda yorumların veya yorumlarımızın hangi derecede aşırı hangi derecede sağlıklı olduğunu neye göre belirleyebiliriz? Eco bu konu hakkında: “Ben bir tür Poppergil ilkeyi kabul edebileceğimizi düşünüyorum: Bu ilkeye göre, hangi yorumların ‘en iyi’ olduğunu belirleyecek kurallar yoksa da en azından hangi yorumların ‘kötü’ olduğunu belirleyecek bir kural vardır. Kepler varsayımlarının kesin olarak en iyi varsayımlar olup olmadığını söyleyemeyiz ancak Ptolemaios’un Güneş sistemiyle ilgili açıklamasının yanlış olduğunu söyleyebiliriz.”(Eco)Aşırı yorum meselesini daha iyi kavrayabilmek için örnekler vererek konuyu netleştirmeye çalışalım. Bir metnin gizli bir örgüte mesaj ilettiğini kanıtlamak için “mavi kalem” ibaresini arama çabamızda metnin üçüncü sayfasında kalem kelimesini yüz doksan ikinci sayfasında ise mavi kelimesini bulup ortaya çıkartmamız bir aşırı yorum örneğidir. Nitekim bunun bir sonraki adımı alfabedeki tüm harfler zaten bir metinde geçmektedir, içinden arzu edilen tüm anlamlar çıkartılabilir ve hatta yeni bir metin oluşturulabilir. Aşırı yorum dışında metnin niyeti ve okuyucunun niyeti farklılık arz edebilir. Oscar Wilde’ın Mutlu Prens masalının başında Kırlangıç karakterinin erkek olduğu bilgisi okuyucuya verilmiştir. Hikâyenin sonunda ise Mutlu Prens ile Kırlangıç arasında şu konuşma geçmektedir:

 “Sonunda Mısır’a gidiyor olmana sevindim küçük Kırlangıç,” dedi Prens, “burada çok uzun kaldın; ama beni dudaklarımdan öpmelisin çünkü seni seviyorum.”

“Mısır’a gitmiyorum,” dedi Kırlangıç. “Ölüm evine gidiyorum. Ölüm uykunun kardeşidir değil mi?” Mutlu Prens’i dudaklarından öptü ve ayaklarının dibine düşüp öldü.(Wilde)

Oscar Wilde’ın eşcinsel olduğu bilinmekte, bir çocuk masalı olan Mutlu Prens’te iki erkek karakterin öpüşmesi yazarın eşcinsellik mesajı olarak sayılabilir mi sayılamaz mı? Makul bir yorum meselesidir ve herkese göre cevabı değişiklik gösterebilir. Kişisel kanım gerçeğe kesin anlamıyla ulaşamayacağımız yönünde. Ancak gerçeğe yaklaşabiliriz, yazarın metin hakkında niyetini açıklamadığı sürece (açıklamış olsa bile kendi dil dünyası içinde açıklamış olacak ki bizim bunu tam olarak anlamama ihtimalimiz de mevcut) mutlak gerçeğe ulaştık diyemeyiz. Sürekli bir belirsizliğin içindeyiz. Okurun girişimi, temel olarak metnin niyeti hakkında bir tahminde bulunmaktan ibarettir. Metnin niyetine yaklaşmanın bir diğer yolu ise bulduğumuz fikrin tutarlılığını metnin devamında da aramamız ve sınamamızdır. Eğer bu fikir metnin devamında tutarlı bir şekilde devam ediyorsa fikrimiz kabul edilebilir, tutarsızlıkla karşılaştığı an ise terk edilmelidir.

Bütün bunlardan bahsetmemizin sebebi uygulanan mevcut hukukun metinlerden ibaret olması. Bu metinlerin (kanunlar, anayasa, yargı kararları, doktrin…) yorumları günlük hayatımızı doğrudan etkiler niteliktedir. Örneğin bir kanun maddesi açısından somut duruma dair net bir çıkarım yapmak mümkün değilse kanunu yazan komisyona siz hangi amaçla bu kanunu kaleme aldınız diye sormak mı gerekir? Yazarın niyetini esas almadan artık kanun metni bir nesne haline gelmiştir ve metnin niyetine bakmalıyız mı demek gerekir? Yoksa benim bu kanun metninden anladığım budur ve hâkim olarak bunu uygularım mı demeliyiz? Hukukta temel olgu, yorum o şekilde yapılmalı ki yorumla ulaşılan sonuç yorumcuya göre değişmesin. Hangi hâkim yorumlarsa yorumlasın sonuç aynı olsun amacı vardır. Hukukun kendi dinamikleri açısından yorumcunun değişmesi önem arz etmemelidir. Bu sebeple hala 1982 Anayasası yürürlüktedir. Sonuç olarak şiirleri yorumlama biçimiyle taban tabana zıt niteliklerin aranması gerekir. Bu noktada kuralların nasıl oluşturulması gerekir? Dilin inşaî olduğundan bahsetmiştik, inşa edilen bir içeriğin doğruluğu başka bir şeye referansla sağlanamaz. İnşa edilen içeriğin doğruluğunda referans, inşa kurallarıdır. Bu inşa kurallarını karşılayan şey ise argümantasyon ve metodolojidir. Günlük hayatımızın akışında deneyimlerimizden ve kültürden bahsettik. Bazı hukukî durumlarda salt kanunu uygulamak yeterli olmaz, dil vasıtasıyla edindiğimiz kültürel değerlere de başvurmak zorundayız.Örneğin Medeni Kanun nişanlanma için, madde 118/1’de yalnızca “Nişanlanma evlenme vaadiyle olur.” demiştir. Tarafların karşı cins olup olmamasına dair bir kural yazmamakta. Bu durumu dedüktifleştirilebilir muhakeme olarak tekrar inşa edebiliriz:

Aynı cinsten kişiler nişanlanamaz.

A ve B aynı cinstendir.

Dolayısıyla A ve B arasında geçerli bir nişan ilişkisi yoktur.

Aynı kişilerin nişanlanamama durumu kanunda yer almaz. Yasanın kapsamını belirleyen hâkimdir, hâkim bu kapsamı yorumla değerlendirir. Hâkimin yorumu sonucunda verdiği karar günlük kararlardan farklıdır çünkü karar devlet gücüyle yerine getirilir. Bu karar sonucunda iflas edebiliriz, hak kaybına uğrayabiliriz, özgürlüğümüz kısıtlanabilir… İşte burada bir hukuk kuralından ziyade hukuk normu vardır. Hukuk normu dediğimiz şey bir olması/yapılması gereken şey ifadesidir.  Ve burada karar bu hukuk normu sayesinde verilir. Bir yargı kararının doğru olup olmaması gerekçeye bağlıdır. Gerekçenin oluşturulması da hâkimin mevcut hukuk kuralını doğru bir şekilde yorumlamasına bağlıdır. Hâkimin doğru karar verme ödevi düzgün gerekçe yazma ödeviyle bütünleşir.Hukuk normlarının oluşturulması açısından kullanılan yöntemlerden biri olan dedüksiyona yakından bakalım. Örneğin,

Öncül 1: Bütün insanlar ölümlüdür.

Öncül 2: Mozart insandır.

Sonuç: Öyleyse, Mozart ölümlüdür.

Dedüksiyon; felsefe, bilim ve hukuk alanında kullanılır. Dedüktif mantık kapalı sistem mantığıdır. Yani dedüksiyon bize yeni bir bilgi vermez. Birinci öncüle koyduğumuz bilgiyi işleterek sonuca ulaşmamızı sağlar. Eğer 0 ve 1’den oluşan sembolik bir devre olsaydı bilgisayar gibi çalışması mümkündü. Ancak doğal dilden kelimeler işin içine girdiği zaman birinci öncülün doğru olup olmaması önem arz ediyor. Birinci öncülün doğru olup olmaması din açısından tartışma konusu olmaz, buna ihtiyaç kalmaz çünkü halihazırda Tanrı’nın sözü olduğu için mutlak doğru kabul edilerek bir dayanak oluşturulur. Hukuk ve felsefe için birinci öncül değer yargısı taşıdığından ahlaki bir tartışma yapma zorunluluğu doğmuştur. Birinci öncülün oluşumu ve kullanımı açısından bir ön kabul olması şarttır. Aristoteles birinci öncülün doğruluğu hakkında, değer yargısını meşru kılmak için karşısındaki kişileri ikna etmenin yeterli olduğunu söylemiştir. Günümüzde bu değer yargılarını belirlemek adına alanında uzman vatandaşlar serbest tartışma ortamında bir konuda uzlaşırlarsa ideal doğru uzlaşım sağlanan olgu olarak kabul görür. Bu serbest tartışma ortamının belli kuralları vardır. Somutlaştırmak adına R. Alexy’nin genel gerekçelendirme kurallarına yer verelim:

  • Konuşabilen herkes tartışmada yer alabilir.
  • (a) Herkes bir iddiayı sorun haline getirebilir.

(b) Herkes tartışmaya yeni bir iddia getirebilir.

(c) Herkes tutum, arzu veya ihtiyaçlarını ifade edebilir.

      (3) Hiçbir konuşmacı (1) ve (2) ‘deki haklarını kullanmaktan herhangi bir türden dahili veya harici zorlama ile geri bırakılamaz.

Başka düşünürlerin yine bu tartışma usûlüne ilişkin kurallar sistemi mevcuttur.

Sosyal bilimler için değer yargısında mutabık olmanın zorlukları var. Eğer bilimsel bir konu üzerinde çalışıyor olsaydık deney ve gözlem yapardık. Elimizdeki sonuç yanlışlandığı an onu terk ederek daha kapsayıcı bir formül üzerinde çalışırdık. Ancak sosyal bilimlerde deney ve gözlem yapmamız çok uzun zaman alabilir. Bir insan hayatını kapsayacak zaman aralığını bile aşabilir. Bu süre içinde sonuca ulaşamamak hukuk açısından kabul edilemez. Hukuk bize bugün lazım, üç gün içinde lazım, bir ay sonrası için lazım. Örneğin bir ön kabul olarak “refah iyidir”i ele alalım. Bunun üzerinde tartışma devam ederken geçen zaman içinde ön kabul olarak aldığımız dayanak noktamız geçerliliğini yitirebilir. Her konu üzerinde bu şekilde anlaşmak, doğru sonuca varmak tahmin edileceği gibi uzun sürecektir, enerji ve kaynak tüketecektir. Yine de elimizde bir dayanak noktası olarak belirlediğimiz “doğru” olmak zorunda. Dinin kutsal kitapla çözdüğü bu sorun bilimde deney, gözlem ve yanlışlanabilirlik ile aşılmıştır. Dedüksiyonun olumsuz özelliklerine rağmen diğer yöntemlere göre ihtiyaçları karşılaması bakımından kullanışa elverişlidir.

Kaynakça

DEMİR Gökhan Yavuz, 2018. Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği, Pinhan Yayıncılık.

ECO Umberto, 2016. Yorum ve Aşırı Yorum, Çev. Kemal Atakay, Ayrıntı Yayınları

UZUN Ertuğrul, 2017. Hukuk Metodolojisinin Sorunları, Nora Kitap

Baran Terzi

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.