Kutsal Anneliğin Yıkılışı: The Lost Daughter

Kutsal Anneliğin Yıkılışı: The Lost Daughter

  “Anlatması en zor şeyler, kendimizin bile anlayamadığı şeylerdir.” (Gyllenhaal, 2021)

Her toplumun kendine özgü “kutsal annelik” algısı ya da mitleri olsa da genel olarak kabul gören annelik, “tamamen insan olmanın ne anlama geldiğine dair” kendi çatışmalarımızın gerçekliğini yerleştirdiğimiz, daha doğrusu gömdüğümüz yerdir (Doğan & Karaman, 2018). Kişisel ve politik başarısızlıklarımızı onarmak için dünyada “yanlış” olan her şey için nihai günah keçisi yarattığımız kişi. Kadının biyolojik becerisi olan annelik; onu baskılamanın, toplumumuz ve kendimiz hakkında düşünülmesi zor olan her şeyin yükünü taşımasını beklemenin ve üzerinde iktidar kurmanın bir aracı hâline gelmektedir. Edilgen konumlandırılan anne, sürekli dışarıdan müdahale edilmesi ve düzenlenmesi gereken bir işleyişe sahipmiş gibi aktarılır. Nitekim bu, kadının bireysel yaşantısının bir parçası olmaktan uzaklaşarak toplum tarafından denetlenmeye mahkûm edilen bir tahakküm biçimi halini almasına sebep olur. Kadının anne rolü, görevle yakından ilişkilidir. Yine de yapılması gereken tüm bu görevler “annenin zaten içinden geldiği” söylemiyle bir zorunluluk haline dönüştürülür (Doğan & Karaman). Toplum tarafından “kutsallaştırılan” anne, kendisi için biçilen “ideal” davranış kodlarını uygulamaması hâlinde, başına gelebilecek herhangi bir şeyi “hak etme” tehdidiyle kendini var etmeye çalışır. Bireyselliğini elde etmesine izin verilmeksizin seçeneksiz bir şekilde denetlenen anne, boyun eğmeye ve fedakarlığa zorlanır. Peki, ya tüm bunları reddederse?

Kutsal Anneliğin Yıkılışı: The Lost Daughter

Elena Ferrante’nin 2006 yılında yazdığı aynı adlı romanından uyarlanan Kayıp Kız, Maggie Gyllenhaal’ın yönetmen koltuğuna oturduğu sofistike, melankoli dolu bir psikolojik gerilim filmi. Yönetmenin korkusuzca yasak sulara girdiği filmde, Olivia Colman’ın canlandırdığı 47 yaşındaki bir edebiyat profesörü olan Leda’nın, kendi başına kitaplarla ve bilimsel çalışmalarla dolu bir Yunan adası tatiline çıkmasıyla beraber kendi geçmişiyle yüzleşmesi konu alınıyor. Leda, film boyunca kendi annelik deneyimi üzerine düşüncelere dalıyor ve toplumun kabul etmediği bir anne olarak yetersizlik duygusundan uzaklaşamıyor gibi görünüyor. Gyllenhaal, bu Yunan adası beldesini olabildiğince rahatsız edici hâle getirmek için görüntü yönetmeni Hélène Louvart ile çalışarak bir gerilim filmi gibi çekiyor. Kamera her zaman ya biraz engellenmiş bir mesafede ya da konforu bozacak şekilde biraz fazla yakında konumlanıyor. Konuşmadaki duraklamalar olması gerekenden uzun sürdükçe gerilim artıyor.

İlk başta Leda’ya neler olduğunu anlamak oldukça zor. Kadın profesör ve çevirmen, Yunanistan’da kısa bir tatile çıkıyor. Ancak küçük sahil kasabasına varışından hemen sonra işler garipleşmeye başlıyor. Leda, bu tuhaflığın merkezinde yer alıyor. Tuhaflığı üreten o mu, yoksa tuhaf olan dünya mı; olaylara tepkisi neden böyle yoğun, öngörülemiyor. Kayıp Kız ile ilgili önemli şeylerden biri, Gyllenhaal’ın Leda’nın gizemini açıklamamaya yönelik inatçı direnişi. Flashback sahneleriyle Leda hakkında çok fazla şey öğrensek de hiçbiri kesin bir cevap sunmuyor. Yer yer rahatsız edici ve etkileyici olan Leda, Amerikan ana akım filmlerinde ihtiyaçları nadiren ele alınan bir kadın türünü özetlemekte. Onu sevmeyebiliriz ama onu hor görmemize asla izin verilmiyor. Her halükârda, Leda’nın bizim onu kınamamıza ihtiyacı yok; kendi başına bunu fazlasıyla yapıyor.

Buradan sonrası spoiler içerir.

Film, Leda’nın beldeye yerleşmesiyle başlar. Bekçi Lyle, nazik ve yardımsever bir şekilde Leda’nın eşyalarını taşırken Leda’nın kişiliğiyle alakalı ilk ipucu ortaya çıkar. Leda, kibar ama sosyal etkileşimlere dayanamıyor gibi görünür. Tatilinden başlamasından birkaç gün sonra huzuru ve sessizliği, sahilde ortaya çıkan ve küçük bir kızın annesi Nina da dahil olmak üzere, sahili kendi özel mülkleri olarak gören kaba bir Amerikan ailesi tarafından bozulur. Leda artık okumaya konsantre olamadığı için onları izler ve kimin kim olduğunu anlamaya çalışır. Leda, özellikle küçük kızıyla oynayan bikinili genç bir kadına dikkat eder. Bunlar Nina ve kızı Elina’dır. Leda’nın bu anne-kıza odaklanmasında çok yoğun bir şey vardır çünkü kendi hayal kırıklıklarını hatırlar. Kalabalık gruptan olan Callie adında son derece anaerkil bir hamile, Leda’ya bütün ailenin birlikte oturabilmesi için başka bir plaj sandalyesine geçmesini talep eder. Leda reddeder ve kısa, gergin bir soğukluk oluşur. İlk defa, şimdiye kadar kibar görünen Leda’da kararlı bir şey hissedilir. Yine de bu çok uzun sürmez çünkü Lena, günün geri kalanında tüm ailenin düşmanca bakışlarına maruz kalır ve sahilden kaçar.

Nina, kocasının sürekli yanında olamaması sonucu kızına yalnız başına bakıyordur. Daha sonra netleşecek nedenlerden dolayı Nina’nın dikkati dağılır, genç kızını sahilde kaybeder ve Leda küçük kızı kumsalın tenha bir yerinde suda oynarken bulur. Böylece, o korkutucu aileye kahraman olarak geri döner. Film, şimdiki zamanda ve ana karakterin hatırlanan geçmişinde gerçekleşir, tanık olduğu olay yüzünden geçmişi tetiklenir. Leda, bir zamanlar kendi kızları Bianca ve Martha ile paylaştığı bağı hatırlar. Bu kayıp kızı geri aldıktan sonra, Nina ve Leda gergin, huzursuz bir bağ kurarlar. Arzuları, annelik ve evlilik tarafından açıkça kısıtlanmayan kadında genç benliğinin suçlu yankılarını görür ve Nina’ya yakınlaşır. Çok geçmeden, Nina’nın kızı olan Elena, çok sevdiği oyuncak bebeğini kaybeder. Leda, kızın bebeği sahilde bıraktığını görünce onu çalmış ve saklamıştır. Bu oyuncak bebek, Lina’nın geçmişindeki bir anıyı tetikler ve onu bir tür fetişe dönüştürür. Bebeği yıkar; ona yeni kıyafet alıp giydirir ve onunla kucaklaşır. Gyllenhaal, kısa süre sonra karakterin ilk günlerine dönerek yanlışlıkla hamile kaldıktan sonra kariyerini ertelemek zorunda kalan bir üniversite öğrencisi olan Lena’yı izleyiciye sunar.

Olivia Colman ve Jesse Buckley, Leda Caruso’nun genç ve ileriki yaşları rollerini mükemmel bir uyum içinde; Leda’nın sıkıntılı, bazen dürtüsel ve özensiz davranışlarını şaşırtıcı, doğal içtenlikle ortaya çıkarırlar. Doğrusal olmayan bir biçimde anlatılan hikâyede Leda; obsesif, zorlayıcı ve kendi dürtüleriyle savaş halindedir. Her zaman rol yapan ve ürkütücü iç dünyasını diğer insanlardan ve kendisinden giderek daha fazla gizleyemez bir hâldedir. Bir dizi flashback sahnesinde, genç Leda’nın çocuklarının bitmeyen talepleri ve kocasının kayıtsızlığı ile mücadele ederken çalışmaya çalıştığı görülür. Genç Leda’nın iki kızı ve doğum sonrası depresyonun gösterildiği sahneler, adeta bir korku filmi gibi işlenir. Leda, kızlarıyla ilgilenmek zorunda olan, çalışan bir annedir ve çocuklar onu mutsuz ediyordur.

Kayıp Kız’da yönetmen, ana karakterini açıklamaya ya da küçük kızgınlıklarını haklı çıkarmaya çalışmaz. Bunun yerine, kendinin anneliğe uygun olmadığını hisseden karakterin, hayatının küçük bir parçasını istemenin getirdiği suçluluk duygusunu, korkularını ve utançlarını içselleştirmemizi sağlar. Çirkinliği kabul eder, gerçekten dinlenmeyen ve nadiren gerçekten görülen bir kadının kendi hikâyesini anlatmak istediği şekilde anlatma şansını vererek o şekilde var olmasına izin verir.  Kayıp Kız’ın gizemleri; sadece Leda’nın varsayımlarını değil, aynı zamanda kendimizinkini de sorgulamamızı isteyen bir zeminde aktarılır.

Çocuk bakımının yorucu ve uykusuz yönleri, acı verici biçimde görülür. Leda için çocuklar, ezici bir sorumluluktur. Leda, anneliğin hizmet ettiği “ezici sorumluluktan” bıkmıştır ve çocuklarının isteklerini görmezlikten gelir. Bu sırada kocasının yardımını da görememesi, Leda’nın hayatına dair bir seçim yapmasına sebep olur. Kendini kapana kısılmış hisseder ve bir zamanlar olduğu genç kadını ve sahip olduğu hayatı bulmak için elinden gelen her şeyi yapar. Ünlü bilim adamı Hardy, Leda’nın çalışmalarına ilgi gösterdiğinde anneliği altında ezilen kadın özgürlüğünü ilan etmek için evini terk eder ve üç yıl boyunca hayallerinin peşinden gider. O günlerinden “harikaydı” diye bahseden Leda, üç yıl boyunca ailesinden ve kızlarından uzak bir yaşamın getirdiği pişmanlığı ömür boyu taşımak zorunda kalır.

Kutsal Anneliğin Yıkılışı: The Lost Daughter

Film, Leda’nın kızlarıyla yaptığı duygusal bir telefon konuşmasıyla son bulur. Normal bir anne-kız ilişkisinde olduğu gibi kurdukları iletişim, Leda’nın geçmiş pişmanlıklarını dindiriyor gibi gözüküyor.  Film, kasıtlı olsun ya da olmasın, aile sevgisiyle gelen zarardan kaçmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor. Leda, bize bakmak istemediğimiz şeyleri gösteriyor: insanlığın çirkin ve karanlık kısımlarını.  Bunlar normal yaşamda “ilişkilendirilebilir” olarak kabul edilen şeyler olmasa da gerçek hayatta yaşanan, kolaylıkla dile getirilemeyen şeyler. Filmde anne figürü hem çocuklarını çok derinden sevebilecek hem de onlara sahip olmadığı bir hayatı özleyebilecek kapasiteye sahip biri olarak tasvir edilir. “İyi anne” ve “kötü anne” etiketleriyle sınırlı değildir. Kaygısında, sevincinde, düşüncelerinde ve izlediği kadında, bunun bir karakter taslağına sıkıştırılabilecek bir kadın olmadığını tekrar tekrar gösterir. Hemen hemen her annenin boğuşmak durumunda bırakıldığı bu durumun gerçekliğini gözler önüne serer. O, her kadınsı dürtünün bir portresi ve son olarak anneliğin her sırrının bir koleksiyonudur.

Yazan: Canan Önerli
Editör: Başak Tufan

Kaynakça:

Görsel Kaynakça:

YAZAR BİLGİSİ
YORUMLAR

  1. Barış aşık dedi ki:

    Merhaba, yazınızı beğendim. En kısa zamanda filmi de izleyeceğim. Gelişen teknojiyle beraber erkeğin de ev işlerine yardım etmesini istiyoruz ama erkeğin ev işleri yaptığı bir dünyada modern toplum kurulamazdı.